confessions

mortalresistance

Yazar  · 25 Nisan 2017 Salı

  1. toplam giri 127
  2. takipçi 45
  3. puan 2946

diktatör mustafa kemal atatürk

the spook
Birisine, kurduğu ülkede, ileri nesillere o anlatıldığı için diktatör denmesi, türküm diyene faşist denmesi ile aynıdır aslında. Diktatörmüş... Saltanatı devam ettirse osmanlı hayranı, halifeliği devam ettirse ümmetçi, cumhuriyeti ilan ettiği için de diktatör deniyor. Mustafa Kemal'in işi de zor aslında.

zamanın kısa tarihi

harflervekibrit
Stephen Hawking'in meşhur kitabıdır. Kendisinin müthiş bir öğretmen olduğunu düşünüyorum, çünkü tipik bir sözelci olarak fizikle ilgili bu bilimsel kitabı okudum ve sanırım anladım. Evren, karadelikler, solucan delikleri ve zaman yolculuğu, atomlar, atomların içindekiler, evreni kapsayan makro fizik ile maddeyi kapsayan mikro fiziği birleştirme ile ilgili temelden bilimsel bilgileri merak edenler için yazılmış bir kitaptır. Temel dediğim, cidden sıfırdan, adam hiçbir şey bilmeyenler de anlasın diye yazmış. Yıldızlarla ilgilenenler sadece bakmakla kalmamalı, bu kitabı da okumalı. Bitirdiğim kitapların başlığını açıp buraya arşiv yapmaya karar verdim. Saygılar.

Bir de kitaptan önce Hawking'in hayatını anlatan (bkz:her şeyin teorisi) adlı filmin izlenmesi de yararlı olur. Güzel filmdi.

about time

fertilityhollis
tam şu anda bitirdiğim film. en temelinde "carpe diem" teması yatan, tercihen mutsuzken izlenmesi gereken bir film bana kalırsa. basit bir konusu var, fakat olayı farklı bir yoldan işlemişler; olaya fantastik bir kurgu katarak.
baş karakterimiz zamana yolculuk yapabilme özelliğine sahip. böylelikle karakterimiz, yaptığı her hatayı ya da olmamasını istediği şeyleri zamanda yolculuk yaparak düzeltebiliyor. böylelikle filmi izlerken "böyle yapmasaydı, şöyle olacaktı. böyle olsaydı, öyle olacaktı" yorumlarını yapıp kendi hayatınızın üzerine düşünmeye başlıyorsunuz. özellikle benim gibi kadere inanan insanları kesinlikle etkileyecektir diye düşünüyorum.
aslında eğer izlediyseniz bu film biraz da donnie darko gibi. sizi dolaylı ya da doğrudan ilgilendiren bir sürü seçenek, sizin seçtiğiniz seçenek ve geriye kalan seçmediğiniz seçenekler. işlenen konu özet ile bu. kesinlikle öneririm, rutin hayatımıza da güzel bir atıfta bulunmakta. ayrıca filmdeki yardımcı karakterleri de çok sevdim, hepsinin karakteristik belli özellikleri vardı ve en az ana karakterler kadar zevkliler idi. (kit kat, harry and rory).
bir de rachel mcadamsı aslında hiç sevmezken bu filmde baya baya sempatik buldum. fikirlerimi değiştiriyorum bu kadın hakkındaki.

filmden hoşuma giden bi kesit:
1-"it's very bad for a girl to be too pretty. it stops her developing sense of humour. Or personality."

filmden keşfettiğim şarkılar ise şu şekilde:
1-the cure-friday night
2-nick cave&the bad seeds-into my arms
3-jimmy fontana - II mondo

uyku

immortallydia
En olmadık yerlerde gelip asıl gelmesi gereken yerde bir türlü gelmeyen, geldi mi gitmeyen, kışın soğuk sabahında insanların işe gitmesini engelleyen, insanlığın basına gelen en güzel aynı zamanda en boktan şey.

internetten sevgili yapmak

hena
Defalarca kez bu hataya düştüm. Oyundan mı dersin, anime forumlarından mi dersin ohooo. Umursayan birisi değildim. İşime yarıyordu. Oyunda olsa para attırıyordu, animede ise konuşacak insan görevi görüyordu. Sonra birden tutuldum birine, kalakaldim. Ne kalbimden atabiliyorum ne zihnimden silebiliyorum ne de olmamış gibi davranabiliyorum. Bu karaktersizlik degil bu sadece ve sadece salaklik. Ve evet benim yaptığım da salaklik fakat kurtulmak zor bu zamandan sonra. Bir seneyi geçti ona olan bu takintim.
7

internetten sevgili yapmak

ickial
bi ara yaptığım şeydir. öyle resmini görmeden anonim sevgili yapmaktan bahsetmiyorum. baya baya gerçekte de görüştüğüm bi sanal ilişkim oldu. yani internetten düzgün insan bulmak size bağlı siz gidip sahtekarın biriyle tanışırsanı sonu hüsran olur gelip buraya yazarsınız ay çok kötü dostlar diye. sanal ilişki güzeldir bence. nerede duracağını bilirsin, ağzına geleni saymazsın düşünme şansın olur, kalp kırma oranın azalabilir, özlem arttıkça daha çok istersin karşındakiyle kopmamayı. sonra buluşur görüşür elektriğinizi tutturursunuz. oldu size real. sanaldan bulduğu insanla evlenip çocuğu olan insanlar var. olur mu olur

en iyi dostunuz

sasanist
An itibariyle o noktaya bu zamana kadar hep yanlış kişileri yerleştirdiğimi farkettiğim şeydir. Ne zaman birini en iyi dost olarak görsem bir bokluk çıkmıştır. En iyisi kimseye o noktanın vereceği EGO'ya sahip olma fırsatını vermemek.

dumlupınar denizaltısı dumlupınar faciası

kargalı karga paşa
İlk adı "USS Blower / SS-325" olan Amerikan menşei deniz altıdır. 15 Temmuz 1943'de kızağa konulmuş, 23 Nisan 1944'de denize indirilmiş ve 10 Ağustos 1944'de ilk görevlendirmesini almıştır. 16 Kasım 1950'de Amerikan Envanterinden çıkarılan deniz altı "ortak savunma destek yasası" ile birlikte türk donanmasına devredilmiş ve "TCG - Dumlupınar" ismini almıştır. Türk Donanmasına 16 Kasım 1950 - 4 Nisan 1953 tarihinde hizmet vermiştir. 4 Nisan gecesi saat 2 sularında gerçekleşen ve "Dumlupınar Faciası' olarak tarihe kazınan o kara facia sonucunda 86 kişilik mürettebatı ile batmıştır. Faciada mürettebattan yalnızca 5 kişi kurtulabilmiş 81 kişi hayatını kaybetmiştir.


4 Nisan gecesinde Nato Akdeniz Bluesea Tatbikatına I. İnönü ile birlikte katılmış geri dönülmektedir. Çanakkale Boğazında Nara Burnu açıklarında İsveç yük gemisi olan Naloband'ın buz kırıcısı ile çarpıştı. O sırada güvertede bulunan sekiz kişinin ikisi pervanelere takılarak, biri boğularak hayatını kaybetti. Olay yerine gelen gümrük motoru sağ kalabilen beş kişiyi çanakkale'ye hastaneye götürdü.


Dumlupınar beklenenden çok daha hızlı batmıştı. Aynı zamanda yangında çıkmıştı. 22 kişi torpido dairesine sığındı ve bir battı şamandırasını yüzeye fırlattılar. Şamandıra ilk önce balıkçılar tarafından fark edilerek bulundu. "Dumlupınar burada battı." yazılı bir şamandıra. Şamandıradaki telefon ile mürettebata ulaşılmaktaydı. Konuşma radyodan canlı olarak yayınlanıyordu ve kalabalık artıyordu bölgedeki. İlk teması Gümrük motoru ikincisi çarkçısı Selim Yoludüz kurdu mürettebat ile. Daha sonra geleb Kurtaran gemisi komutanı ÜsteğmenSuat Bey şamandıraya geldi ve telefonu kaldırdı.

— Alo Dumlu.
— Evet, Dumlu.
— Ben Üsteğmen Suat.
— Evet, efendim ben Selami
— Selami nasılsınız, biz geldik, şimdi bana durumu anlat.
— Efendim dizellerden yara aldık, manevra dairesinde yangın çıktı, bataryayı
sıfıra alarak kıç torpido dairesine geçtik, şimdi manevra dairesi su ile dolu.
— Kaç kişisiniz orada?
— 22 kişiyiz.
— Diğer dairelerle irtibatınız var mı?
— Yarım saat evvel kıç batarya dairesi ile konuştum, şimdi cevap vermiyorlar.
— Merak etmeyin 'Kurtaran' geldi biz buradayız.
— Efendim manometre 267 kadem gösteriyor doğru mu?
— Selami Kurtaran geldi şimdi kurtarma işine başlanıyor, ben biraz sonra yine gelirim. Selami arkadaşlarına söyle, gerekmedikçe konuşmayın, türkü söylemeyin, sigara içmeyin.
— Peki efendim...

Dalgıçlar 11 kez dalış yaptı o gece toplamda. Ancak her biri vurgun yiyerek geri döndüler. Dumlupınar yaklaşık olarak 91 metre kadar dibe oturmuştu ve dönemin teknolojisi kurtarmaya el vermiyordu. Burnu kanayarak yüzeye gelen her dalgıç tekrar denemek istiyor ancak izin verilmiyordu. Son bir umut kalmıştı. Şamandıranın kılavuz teli takip edilecek ve dumlupınara ulaşılacak çan teli takılarak dumlupınar kurtarılacaktı.

Ne var ki kurtaran gemisi faciadan ancak 10 saat sonra oraya gelebilmişti ve kurtarma cabalarının hemen ilk girişimlerinde kılavuz teli kopmuştu. Böylece artık 22 kişinin kurtarılacağına dair olan bütün umutlar ve son şans tükenmiş oldu. Bunun üzerine Üsteğmen Suat şamandıranın başına giderek ahizeyi tekrar kaldırdı.

-Alo! Dumlu! Ben Üsteğmen Suat! Selami orada mısın?!
-Ben Selami komutanım Buradayım!
-Selami durumunuz nedir oğlum?
-Dediklerinizi yapıyoruz komutanım. Konuşmuyor, türkü söylemiyor, sigara içmiyoruz! Manometre hala 267 kadem gösteriyor komutanım.
-Selami! Oğlum! Arkadaşlarına söyle. Konuşabilirsiniz... türkü söyleyebilirsiniz... Sigara içebilirsiniz...

Astsubay selami durumu anlamıştı. O ahizeden o gece son kez bir ses yükselmişti. 22 kişinin ağzından...

"Vatan sağolsun!"

Akabinde bütün bir millet o ahizeden yükselen orada yazılan şu türküyü dinledi yine o aslan yürekli askerlerin ağzından.


"Ah bir ataş ver cigaramı yakayım,
Sen salın (sallan) gel ben boyuna bakayım,

Uzun olur gemilerin direği,
Ah çatal olur efelerin yüreği,

Ah vur ataşı gavur sinem ko yansın,
Arkadaşlar uykulardan uyansın,

Uzun olur gemilerin direği,
Ah çatal olur efelerin yüreği,"


72 saat daha hayatta kalabildi o çatal yürekli efeler. O gece milli savunma bakanlığı 7 bildiri geçmiş 7. bildiri de artık umutların tükendiği ülkeye duyurulmuştu.



Üst sıra soldan sağa:

Astsb.Kd.Bşçvş. Şevki ÖZSEKBAN
Astsb.Kd.Bşçvş. Ali TAYFUN
Üsteğmen İsmail TÜRE
Astsb.Kd.Bşçvş. Mehmet FİDAN
Astsb.Kd.Bşçvş. Ömer ÖNEY

Alt sıra soldan sağa:

Astsb.Kd.Bşçvş. Mehmet DENİZMEN
Astsb. Çvş. Selami ÖZMEN
Astsb. Çvş. Hamdi REİS
Astsb.Kd.Bşçvş. Niyazi BAŞAR
Teğmen Bülent ORKUNA

Dumlupınar Şamandırası;



Gazete Haberleri ve Manşetlerin Bazıları;



Ceyhun Yılmaz'ın o efsanevi anlatısı için;




Benim de seslendirmeyi çok sevdiğim bu türküyü bir diğer rahmetli barış akarsu'dan dinleyelim öyle ise. Bu vesile ile onu da analım.
.



Kemal kılıçdaroğlu'na açık mektup

dinsiz bedevi
SAYIN KEMAL KILIÇDAROĞLU'NA AÇIK MEKTUP

Kemal Bey,

Yarın, günler önce elinizde sade bir "ADALET" pankartı ile kişisel olarak başlattığınız yürüyüş sona eriyor.

69 yaşında sade bir vatandaş olarak, bu çılgın sıcak altında CHP li kimliğinizden sıyrılarak, yürümeye başlamıştınız. Bugün arkanızda binlerle birlikte İstanbul'a vardınız.

İktidar kanadında saçma sapan aşağılamalar, deli saçması açıklamalar, kendini komik zanneden, oysa komik olmaktan fersah fersah uzakta bir "Başbakan" ın söylemleri, yandaş basının iktidara yaltaklanmak adına yaptığı yayınlar bu yürüyüşün gücüne güç kattı bence.

Bugün en azılı Kılıçdaroğlu düşmanları bile size saygı duyuyor.

Kendi adıma ben de sizi takdir ediyor, size sonsuz saygı duyuyorum.

Peki ya pazartesi ne olacak?

Yarın Maltepe'de yüzbinler Hak! Hukuk! Adalet! diye haykıracak. Hepimiz alkışlayacağız... İsyan edeceğiz.

Ya pazartesi?

Bu yürüyüş bitmiş olacak. Ancak adalet sorunu bitmiş olacak mı? Hayır. Hapishanelerde suçsuz yere çürüyenler özgürlüğüne kavuşacak mı? Hayır. Haksız yere işlerinden edilenler işlerine ve itibarlarına geri kavuşacaklar mı? Hayır. Kadın cinayetleri, tecavüzler, çocuk tacizleri bitecek mi? Hayır.

Peki böyle bir yürüyüşün tüm bu sorunlara 20 günde çare olmasını bekliyor muyduk?

Elbette bu sorunun cevabı da hayır.

Ancak sizin, yarın o meydanda bize, umut içerisinde bekleyenlere, sizinle birlikte yürüyen yüzbinlere "pazartesi" yi anlatmanız gerekiyor.

Pazartesi ne olacak? CHP'nin nasıl bir programı var? Çözüm önerisi nedir? Toplumdan, onu destekleyen bu kalabalıktan beklentisi nedir? Hepimize düşen görevler nelerdir? CHP bundan sonra nasıl bir yol izleyecek?

Bakın, Gezi direnişi muazzam bir toplumsal hareketti. Ancak gazı çabuk kaçtı. Çünkü planlı programlı bir hareket değildi ve somut bir hedefi yoktu. Sırf bu yüzden büyük bir fırsatı kaçırdık ülkece...

Aynı tehlike şimdi bu yürüyüş için de söz konusu. Gezi'den ne ders alındı, yapılan hatalardan neler öğrenildi, görmek için müthiş bir fırsat var elimizde.

Pazartesi ne olacak sayın Kılıçdaroğlu?

Bu soruya vereceğiniz cevaba göre ya 69 yaşında yürekli, tonton bir politikacı büyüğümüz ya da Atatürk'ün kurduğu partinin ve büyük bir dönüşümün lideri olacaksınız.

Onca seçim kaybettiniz. Sürekli itibar kaybettiniz. Yaptığınız yanlışlar, verdiğiniz yanlış kararlar bugün için geride kaldı. Dönün arkanıza bir bakın... Sizinle birlikte yürüyen o yüzbinler ve evlerinde size gönülden destekleyen milyonlar bu soruya cevap vermenizi bekliyor artık.

Söyleyin lütfen;

Pazartesi ne olacak?

Saygılarımla;

Alıntı

duolingo

doris eirene
İngilizce olarak ispanyolcayı öğrenmeye başladığım uygulama. Çok eğlenceli ama günlük çalışmayı kaçırmamak gerekiyor. Her gün 10 dakika ayırmak bir dil üzerine temel kurmaya yetebilir.

özdemir asaf

miractanyuvarlananninja
R harfini söyleyememesiyle olan ününe biraz değinmek istedim.
Bir gün Karaköy'e gitmek için taksiye biner. Taksiciyle Aralarında şöyle bir diyalog geçer:
-Neğeye biğadeğ?
-Eminönü.
Utancından Kağaköy diyemeyen dünya tatlısı insan Eminönü'nde inip Karaköy'e yürümüştür.

Can Yücel'in Özdemir'in cenazesinden sonra yazdığı bir şiiri vardır. Adı "cenaze dönüşü"dür.

Anlaşıldı bu R'lerin intikamı
Onlar yuttu Özdemir Asaf'ı.




özdemir asaf

miractanyuvarlananninja
Asıl adı Halit Özdemir Arun'dur. 1923 yılında Ankara'da doğmuştur. İlkokuldan lise son sınıfa kadar Galatasaray'da okuduktan sonra Kabataş Erkek Lisesi'nden 1942 yılında mezun olmuştur. Bir süre İstanbul üniversitesi hukuk ve iktisat fakültelerine (üçüncü sınıfa kadar) ve bir yıl da gazetecilik enstitüsü'ne devam etmiştir. Bu arada Tanin ve Zaman gazetelerinde çalışıp çeviriler yapmıştır. İlk yazısı Servetifünun-uyanış dergisinde çıkmıştır. 1951 yılında sanat basımevi'ni kurmuştur. 28 ocak 1981'de aramızdan ayrılmış, hayata veda etmiştir.

Özgün bir dil kullandığı şiirlerinde "ikinci kişi" sorununu sık sık ele aldığı gözlemlenir. Özellikle son zaman şiirlerinde dize sayısını azaltıp duru, duygu ve zeka birleşimi eserler çıkarmıştır. Sözcük oyunlarıyla meşhurdur. Kısacık şiirlerinde yaptığı sözcük oyunlarıyla soyutlaştırıp insanı hem düşündürür, hem yansıttığı duyguyla besler.

Biraz da aşık Özdemir'in efsaneleşmiş hikayesine değinelim. Yukarıda yazdıklarım herkesçe bilinebilen klasik Cumhuriyet Dönemi Şairi Özdemir idi. Şimdi en ünlü şiiri olan Lavinia'sını inceleyelim.

Özdemir üniversite yıllarında bir kıza platoniktir. Lavinia şiirini ona yazmıştır. Bu çok değerli dizeleri bir şiir yarışmasına göndermeye karar verir. Katıldığı yarışmada şiiri son derece dikkat çeker ve yarışmayı kazanır. Bu şiirini kürsüde okuması rica edilir ve minnoş kalpli aşık Özdemir de seve seve kabul eder. Kendisi R harfini söyleyememesine rağmen iyi bir okuyucudur aynı zamanda. Rivayete göre şiiri okurken platonik olduğu Lavinia'sı salondadır ve o okurken salondan ayrılır. Duygusal, derin düşünceli bir adam olan Özdemir bu duruma çok içerlenir ve duygularını hiçbir zaman aşikar edemez. Şimdi şiiri inceleyelim.

Sana gitme demeyeceğim.

Üşüyorsun ceketimi al.

Günün en güzel saatleri bunlar.

Yanımda kal.

Sana gitme demeyeceğim.

Gene de sen bilirsin.

Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, 

İncinirsin.

Sana gitme demeyeceğim, 

Ama gitme, Lavinia.

Adını gizleyeceğim

Sen de bilme, Lavinia.
(1957)

Söylediğini de yapmıştır. Adını gizlemiştir, kendisi de bilememiştir Lavinia. Peki kimdir bu Lavinia?

Özdemirle birlikte bir sürü adamın başını döndürdüğü Lavinia, Mevhibe Meziyet Beyat'tır. Özdemir ona platonikken o ünlü ressam hocası Edip Hakkı köseoğlu'na aşıktır. Daha sonra Gazeteci İlhan Selçuk'a aşık olur fakat uygun kişiler olmadıkları için oyuncu Öztürk Serengil ile evlenir ama bu evlilik de uzun sürmez. Gönlünden o kadar adamı geçirmişken Özdemir'e yer verememiştir. Lavinia'nın en yakın arkadaşı onun için şöyle demiştir. "Korkunç bir sezgi gücü vardı Mevhibe'nin. Yüzünüze bakar bakmaz, sizi tanır, anlar, ruhunuzun en derin köşelerine kadar kavrardı. Küçücük bir bakıştan, mimikten, jestten tüm karakter haritanızı çıkarabilirdi. Özdemir Asaf bu yüzden ona "Öldürmekten daha beter anlıyorsun insanı" demişti. Çok keskin gözleri vardı.” 

İşte böyledir en sevdiğim şair Özdemir'in unutulmaz aşkı ve hayatı. Lavinia'sına (anlamı ölüm çiçeğidir.) hiç kavuşamamış, aşkını ona hiç anlatamamış fakat bu şiir yıllardır aşıkların benliğinde büyük yer edinip "adı gizlenen Lavinia'lara" adanmıştır.

behzat ç

Kimsenin hicbir seyi
Harun: Her şeyin ilacı zaman abi.
Behzat: Başka bi laf bulamadın mı la diyecek? He? Konuşmasan olmaz mı la? Bir şey söylemesen içinde mi patlıycak amına koyim?
Harun: Bizim orada öyle söylüyolar o yüzden dedim
Behzat: Sizin oraları sikiiim!
Hayalet: Şimdi aslında baktığın zaman heryerde de öyle söylüyolar abi.
Behzat: Her yeri sikiiiim!

sevgilerde

miractanyuvarlananninja
Behçet Necatigil'in platonik aşkların ön sözü niteliğinde huysuz, serseri şiiri.

Okuması keyifli, herkesin kendinden bir dize bulup kendi yazmışçasına "bu benim!" diyebileceği hangi lügatta olursa olsun sevginin ortak paydası, anlam bütünüdür bu şiir. Eğer şiirleri seslendirmekten hoşlanıyorsanız sonunda dolu gözler, çarpık hoş bir tebessümle bulursunuz kendinizi. Yalnız dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Bu serseri şiir, ezberlenmeye gelmez. Şayet ezberleyecek olursanız sizi söyletmeye iter. Bu platonik aşıklar için olumlu olsa da aşktan uzak kalmış bünyeler için zararlı bir durumdur. Birden dile gelebilir, kendinizi mırıldanırken bulabilirsiniz swh. Zira kalbinizi dolduran duyguların dile gelmesine teşvik eden bir şiirdir.



Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.

2

Laik sözlük admin ve moderatörleri

azadi
Bir elin parmaklarını geçmez içlerindeki delikanlı sayısı.
Geri kalanı kadın olmanız ya da aynı görüşte olmanız halinde tüm cehaletinizle sizi baş tacı yapacak türden insanlardr. Bu tarz tavırlar cehaletin gereğidir. Cahil adamda olmazsa olmazdır. Bu nedenle suclanmamaları gerekir. Bekleneni yapıyorlardır

da de'nin yazılışı

doris eirene
ad durum eki olan -de, geldiği kelimeye bulunma, içinde olma, kalma anlamı katar. kelimelere birleşik yazılır. ayrı yazılmaz. bu eki cümleden çıkardığımızda anlam bozulur.
- evde, sinemada, masada..
-Onu sokakta gördüm.
-Onu sokak gördüm. (anlam bozuldu.)

bağlaç olan -de, adı üstünde cümleleri bağlamak için kullanılır. Aynı zamanda, kendinden önceki kelimelerle aynı işi yapma, eşitlik, gibilik anlamı katar.
- O da bu işten anlamıyor, ben de.
Eğer -da-de'yi cümleden çıkardığımızda cümlenin anlamı bozulmuyorsa bağlaçtır ve ayrı yazılır.
Ben de bu dili öğrenmeye çalışıyorum.
Ben bu dili öğrenmeye çalışıyorum. (anlam bozulmadı)
1

ki'nin yazımı

doris eirene
Türkçe'de üç çeşit ''ki'' vardır. Biri sıfat yapan, diğeri ilgi zamiri olan, diğeri de bağlaç olan.

Sıfat yapan ''ki'' isimden önce gelir ve o ismi niteler. birleşik yazılır.
-karşıki araba. +hangi araba? -karşıki.

ilgi zamiri olan ''ki'' aitlik anlamı getirir. birleşik yazılır.
-benimki. onlarınki..

Bağlaç olan ki cümleleri bağlar. Ayrı yazılır. cümleden çıkardığımızda anlam bozulmaz.
-Şimdi anlıyorum ki o yaptıklarım hataydı.
-Şimdi anlıyorum - o yaptıklarım hataydı. (anlam bozulmadı)

tek tanrı mantığı - her tasarımın tasarımcısı olmalı - dağları kim yarattı

azadi

On sekizinci yüzyıl İngiliz Teologu William Paley'in, dönemini çok etkilemiş ve günümüzde de sıklıkla başvurulan bir tezi mevcut: ” Doğada yürürken bir saat bulursanız bu saatin kendi kendine oluştuğunu düşünmezsiniz. Tasarımcısının olduğunu bilirsiniz. Çünkü işleyişinde bir düzen vardır. Doğal işleyişte de bir düzen olduğuna göre evrenin de bir tasarımcısı olması gerekir. “ Tezin kendisi bu.

Tartışmaya geçmeden önce biyoloji sahasından kısa bir not düşmek istiyorum. Herkese hararetle tavsiye edebileceğim “Kör Saatçi” adlı seçkin yapıtında Richard Dawkins; Doğadaki biyolojik işleyişin, bir sonraki adımını görmekten aciz bir yapbozcunun çalışma tarzından farksız olduğunun altını çizmektedir. Bu nedenle türlerin adaptasyonuna hizmet eden doğal seçilimin her zaman başarılı sonuçlar vermeyerek bedensel yapıları pek de akıllıca olmayan bir sürü ucube ya da “teknik donanımı yetersiz” canlının ortaya çıkamasına neden olduğunu ve bu tür canlıları hâlâ suda, karada ve havada hayatlarını sürdürdüklerini kanıtlarıyla açıklamaktadır. Stephen Jay Gould Üstad'ın, “Darwin ve Sonrası” adlı çalışması ile birlikte okunmasında fayda var. Gerçekten heyecan verici!Ama benim itirazım felsefî açıdan olacak. Yine de biyolojik kanıtlar, aslolandır.

Tezime geçiyorum: Diyelim ki yolda bir saat bulduk. Ve saatin üzerinde yalnız markası değil onu üreten Saatçinin de adı bulunsun. Hatta saat, her şeyiyle bir saat ustasının el yapımı olsun ve dünyada bir eşine dahî rastlanmasın. Bu durumda saatin yaratıcısı ya da tasarımcısı için “Saatçidir!” diyebiliriz miyiz? Pratik ilişkiler bazında evet! Çünkü saat, ilk kez saatçinin tezgâhında ve sonrasında vitrininde alıcına sunulmuştur. Başka hiç kimsenin de bu saat modelinden ve özelliklerinden haberi yoktur. Peki günlük yaklaşımların dışına çıkarak teori alanında ya da felsefe kulvarlarında olayı düşündüğümüzde aynı sonuca ulaşmamız mümkün müdür? Yani saat gerçekten o saatçi tarafından mı tasarlanmıştır. Basit bir yanıtı var aslında: Tasarım gerçekte, geçmişten geleceğe uzanan kollektif ve birikimli emeğin ürünüdür.

Açıklayalım: Saatçinin saati tasarlayabilmesi için önce saatçiliği öğrenmesi gerekecektir. Dolayısıyla mutlak surette, “Bir Bilene”, “Öğreten Adama” yani bir ustaya ihtiyacı vardır. Çıraklık eğitimi almadan ustalaşan bir saatçi elbette düşünülemez! Çünkü saatçi, saat tasarımı ve üretimi ile ilgili teknik ve entellektüel donanımını ancak ustasından edinebilir! Peki saati yapabilmesi için yalnız ustasının bilgi ve tecrübesinin arka planına mı ihtiyacı vardır? Hayır! Saati oluşturan parçaların üretilmesinde kullanılan başka teknik ve bilgilere sahip ustaların geçmişten gelen birikimleri de yapım sürecinde devreye girecektir.

Birdenbire tasarlayanların ya da tasarıya katkı sunanların sayısında artış oldu değil mi? Peki kendi ustası ve diğer iş alanlarında yetişmiş ustalar tek başlarına mı öğrendiler saat ve saat parçaları yapımını? Yanıtımız yine hayır! Onların da ustaları vardı. Elbette “Birikimli Teknolojik Değişim Modeli” ile edinilen her yeni bilgi ve tecrübe, eskilerinin üzerine eklenmekte, eski bilgilerin içerdiği teknik hata ve yetersizlikler giderilerek, ustalık biriktirilerek geleceğe aktarılmaktadır. Tıpkı türlerin değişiminin, sevmediğim ifade ile Evrim'in, türlerin adaptasyonunu birdenbire değil, o anda çevresel koşullara gore gerekli adımları atmak suretiyle ve bir adım sonrası ne olacağını hakkında fikir yürütmeyerek gerçekleştirmesi gibi. Bu anlamda İnsanın bugünkü formunun idealleştirilmesi ve geçmişte yaşamış insan türlerinin her halükarda bu son ve ideal olduğu düşünülen forma yani Homo Sapien'e evrileceği şeklinde bir sonucun çıkarılması doğanın gerçeği ile taban tabana zıttır. Türlerde değişimin zorunlu olduğu anlarda ortaya çıkan genetik farklılaşma ve mutasyonlar elbette sonraki kuşakları da etkiliyor. Ama sözkonusu genetik değişim, ideal bir tip tarifi yaparak kuşaklar sonrası gerçekleşecek evrime bu amaç için müdahale etmiyor. Aslında edemiyor. Çünkü böyle tasarım yapan bir aklı yok evrimin. O an oluşan koşullara göre bir tip tarifi yapılıp tür hayatta kalamaya çalışıyor. Hepsi bu… Ve bunun içindir ki çevresel koşullara adaptasyonumuzda, görme organı olarak gözlerimiz biçimleniyor. Ama başka şartlar altında yine bir memeli olan yarasalar gibi kulaklarımızı “görme organı” olarak kullanabilirdik. Yine balinalar gibi karaya çıktıktan sonra yeniden denizlere hem de akciğerlerimizle dönebilirdik. Yine konuşamayabilir yalnıca haykırabilirdik. Ama şartlar bizi “şehirler kurmaya küçücük evlere tıkılmaya, işsizlik sıkıntısı içinde varlık içinde yokluk yaşamaya” itti. Ama İnsan olarak bu sosyal evrim çizgisine de müdahale etmenin mümkün olduğunu biliyoruz. Toparlarsak, bir organın varlığı ya da yokluğunun ya da değişik varyasyonlarının mevcudiyetinin hiç bir önemi yok gerçekte. Önemli olan türlerin doğaya uyumu ve hayatlarının sürdürebilme yetenek ve kapasiteleridir. Gerisi detaydır.

Biyoloji alanından tartışma konumuza geçiş yaparsak Harun Reşit döneminde Arap bir saat ustasının, bin yıl sonra tasarlanacak saatlerin biçimini değil kurgulaması hâyâl bile etmesi mümkün değildir. Ama bin yıl sonra üretilecek saatin tasarım ve tekniğinde mutlaka o arap ustanın emeği, etkisi yer alacaktır. Her usta duvara bir tuğla koyar ve duvar yükselir. Bu çerçevede filmin sonunu bildiğimiz için kahramanların da filmin başından itibaren sonu belli senaryoya uygun hareket ettiğini düşünüyor olabiliriz. Bu düşünce tarzı da insanî zaafiyetlerimizden kaynaklanır aslında ama gerçek kesinlikle böyle değildir. Yinelersek bir saat ustası iki kuşak sonrasının saat teknolojisini üretmekten aciz olabilir ama yaptığı küçük bir katkı ile yüzyıl sonrasının teknolojisi için zemin hazırlamış olur. O halde neden yüzyıl sonra yaşayacak saat ustası, “Bu saati, ben yarattım” bencilliğine ve haddini bilmezliğe kapılıyor. Herhalde kapılmıyordur. Ama Teolog Paley öyle düşünüyor. Mistik yapısı aslında algı ve akıl kırılmasına yol açıyor. Ama yine de zekice olduğunu kabul edelim. Güzellik de burada zaten.

Devam ediyorum: Peki bu saatçinin hiç mi katkısı yok. Elbette var. O da bir canlı ve yaşadığı ana ve uzayına tüm diğer canlı ve cansızlar gibi müdahale ediyor. Kendisi de katkısını sunuyor. Ama bu katkı kesinlikle tanrısal anlamda mutlak ve tekil bütünlüğü olan bir yaratma tanımı içinde anlaşılabilecek bir katkı değil. Neden Yirminci Yüzyıldaki saat modelleri ve teknolojisi Onsekizinci yüzyıl İsviçre'sindeki saat ustaları tarafından üretilemiyor. Çünkü tarih ve insanlık, “Birikimli model” üzerine kendisini inşa ediyor. Kısaca ihtiyaca bağlı olarak her şey birikiyor. Farklılaşıyor. Ama bu plan dahilinde işlemiyor. Saat bugün bildiğimiz gibi tasarlandıysa bunun nedeni, koşulların zorlamasının ihtiyacın karşılanma kapasitesi ile birleşmesiyle ortaya çıkan sentezin bu tasarımı dayatması nedeniyledir. Yani başka şekillerde saatlerin çıkması hatta saatin hiç üretilmemesi de mümkün olabilirdi. Gerçek şu ki her türlü olasılık gerçekleşebilir. Ama burada özellikle vurgulanan; Saatçinin tekil bir tasarımcı olduğu fikrinin tamamen bir yanılsama olduğudur. Bunun tarafların kötü niyetiyle bir ilgisi de yoktur. İnsan beyni buna benzer algı kırılmalarını bir gerçeklikmiş gibi görüp gösterebilmektedir. Bu kronik yanılsamanın genotipimizde kodlu olduğunu düşünüyorum. İnsan evriminin gerçekleşme hızı, beyin ve sinir sistemi yapımızdaki, çevre-organizma uyumunu düzenleyen merkezlerin gerekli adaptasyonu gerçekleştirmeden evrilmesine neden olmuş olabilir ve bu nedenle insan, kendini doğadan kopmuş, hayvanlardan farklı ve doğanın içinden çıkan bir varlık gibi değil de dışarıdan doğaya indirilen bir seçilmişler topluluğu olarak görmektedir. Ama bu algı'nın gerçeklikle eşleşmesini sağlayacak gözlem yeteneğimizin yine genotipimizde yazılı olduğunu bu nedenle algı kırılmalarına müdahale edilebileceğini ve mistik inanışların zamanla ortadan kalkmasının mümkün olduğunu öngörüyorum. Bu son iki cümledeki saptamaları kanıtlayacak durumda değilim. O yüzden fikir jimnastiği olarak düşünebilirsiniz.

Yinelersem, eğer saati kim tasarladı diye sorulacak olursa. saatin son vidasını sıkan saatçiden başlamak üzere geriye doğru gitmek ve tüm saatçileri işin içine katmak gerekecektir. Elbette saati son üreten kişi satacaktır. Ama biz burada gerçeğin peşinde koşuyoruz paranın değil. Gerçek de “gerçekten kollektif bir şey”. İnsanları atomize edip toplumsallığından çıkardığınızda, insanlar, en yaratıcı insanın -çünkü çağımızın en zengini-,Bill Gates olduğunu düşünmeye başlıyorlar. Hâlbuki bu adamın yanında onbinlerce kişi çalışıp tasarlıyor ama onların esamesi okunmuyor.

Devam ediyorum: Saati tasarlayan yalnızca saatçiler mi?. Hayır, hiç tahta zemberekli saat gördünüz mü? O halde metalurji yani maden işlemeciliğini ve bu alanda katkı sunmuş usta, çırak ve mühendisleri de devreye sokmamız gerekmez mi? Ayrıca cam ustalarını, ayrıca saatin yağlanmasına yarayacak malzeme üretenleri vesaire vesaire…

Tasarımcı ve yapıcı sayısındaki muazzam artışa dikkat çekiyorum. Kısaca tek tanrılı anlayıştan çok tanrılı aslında tanrısız anlayışa dönmüş oluyoruz. Çünkü herkes tanrı olursa tanrı kavramı, ontolojik yapısı gereği anlamsızlaşacaktır.

Ve son olarak, saat kavramını saatçi tasarlamışsa bile bu kavramı ortaya koyan nedir? Elbette toplumsal ihtiyaçlardır. Peki bu ihtiyacı duyan kimdir? Toplum ve toplumu oluşturan bireylerdir. Bir tasarımcı yoktan ve hiç bir ihtiyaca yanıt vermeden üretiyorsa tanrısal niteliklere haizdir. Ancak herkesin karşılanmasını istediği bir ihtiyaç ile ilgili çözüm üreten bir tasarımcı gerçekte bu tasarımın kabaca nasıl olması gerektiğine ilişkin ön bilgiyi, çünkü hangi ihtiyacın karşılanması gerektiği konusunda fikir üreten bir yapı mevcut, toplumun kendisinden almaktadır. Son analizde tasarımın gerçek mucidi bizzat toplumun kendisidir.

Bir anda ortaya neredeyse sayısız Tanrı çıktı ve nihayetinde ihtiyaç olgusunun kendisi de Platondan günümüze uzanan “Kavramların insandan bağımsız olarak evrenin bir yerinden dünyaya inmesine ilişkin ide yaklaşımını” fazlasıyla tartışmalı hale getirdi. Bilmemiz gereken ihtiyaçlarımızın mutlak olmadığıdır. Saati tasarlamanın mutlaka bir zorunluluk olmadığını, insanların, kapitalizm gibi sürekli üretip tüketmek üzerine ömürlerini mahvettikleri bir sistemde değil de farklı kaygıların egemen olduğu bir tarzı hayatta yaşadıkları takdirde zaman kavramına başka bir açıdan bakacaklarını ve belki yalnız güneşin ve ayın hareketlerinin, zamanı ölçmekte onlar için yeterli olacağını anlayabileceğimizi umuyorum. Böyle bir toplumsal kurguda, insanlar, hayatlarını bir yarış atı gibi oradan oraya koşturarak tüketmeyecekleri için herkesin elinde bir kol saati yer almayacak, böylece İsviçrelilerin cepleri dolmayacaktı. Buna karşılık, yeme, içme, barınma gibi gereksinmelerin izafî olmadığı, aksine ihtiyaçların mutlaklığı ileri sürülebilir. Yanıtı Dawkins'in tanımlamasıyla verecek olursak; eğer doğa, yani “Kör Saatçi”, başka koşulları dayatmış olsa idi, insanlar, başka kanallarla enerji transferi yapabilir ve şu anda yeme kültürümüzü oluşturan alışkanlıklarımızın tekini bile yaşamamış olabilirdik. İnsan bir canlı olarak enerji transferi yapmak zorundadır. Ama bunun yöntem ve içeriği konusunda mükemmeliyetçi bir mutlaklık mevcut değildir. İhtiyacın o anki giderilme pozisyonunun yetkinliği önemlidir. Hayat, geleceğe ilişkin projeksiyon yapmamaktadır. Durum bu açıdan kesinlikle tanrısal mükemmellik içermemektedir. Sözün özü eğer yolda bir saat buluyor ve tanrıya inanıyor iseniz lütfen huzurunuz için saati olduğu yere bırakın ve yürümeye devam edin. Mutlak gerçeklik olarak kabullendiğimiz önermelerin aklımızın muzip bir oyunu, bir algı yanılması olabileceğini her zaman bir yerlere not edin. Biliyorum ki hayat üzerinde kafa yormaya değmeyecek kadar kısa. Ama yine de yoruyoruz işte. Merak etmek, düşünmek, öğrenmek ve anlamak ne güzel şey!

sevgilinin yakın arkadaşınla aldatması

Virtuoso
Normalde hiç bir kız arkadaşım ile bir diğerini kıyas etmem ama en değer verdiğim ve benden bir çok şeyi koparıp beni buz dağı misali bir hale getiren kızın yakın arkadaşlarımdan biri ile sevgili oluşunu paylaşmak istedim sizinle. yıl 2012 çok aşığız çok güzel gidiyor her şey. kafamda planlar geleceğim geleceğimiz her detay şekilleniyor ve gerçekleşmeyi bekliyor. Aile engeli vs. uzun uzun anlatmayacağım ama bir takım engellere rağmen biz olmayı beceriyoruz. Farklı şehirlerdeyiz ama her fırsatta izmir - ankara arası seferdeyim. Derken ayrılmadık fakat ailesi telefonuda dahil tüm görüşme imkanlarımızı elimizden aldı. Tek sebep şehir mesafeler. İzmirden telefon hat yolladım okuldayken konuşuyorduk en azından sesini duyabiliyordum bu bile yetiyordu . fakat görüşmediğimiz süre içerisinde en yakın olduğum arkadaşlarımdan biri ile daha sık görüşmeye başlamışlar. Benim onu hak etmediğimi kızın kafasına sokmuş ve siz hesap edin her anlamda yürütmeye çalıştığım ilişki elimden çalınır derecede kayıp gitmişti. Biz yine görüşmemeye başladık . Ama her dakikam onu düşünerek ve acaba tekrar biz olabilirmiyizle geçiyor. seviyorsun abi çünkü illa ki bir beklenti var. velhasıl yakın çevremden anneannesinin vefatını öğrendim ve telefonuma yabancı bir numaradan " çok kötüyüm ne olur beni ara " diye mesaj geldi. Merakla aradım. Aradığım kişi o idi. biraz konuştuk teselli etmeye çalıştım fakat konuşma git gide sevgili olduğumuz dönemlere gitmeye başladı. Daha sonra benim arkadaşımdan konu açıldı ve bir dönem onunla denediği bu döneminde bizim görüşmediğimiz ailesinin bizi engellediği dönem olduğunu bunu bilmeye hakkım olduğunu söyledi. Üzüldüm haliyle şu andada ilk gün ki kadar üzgünüm diyemem ama üzülüyorum. Hırsla küfür edip bağırım çağırıp kapadım ve arkadaş dediğim hırboyu aradım. Kız ne söylüyorsa doğrudur diyip işin içinden çıktı. İnkar bile etmediler. Zerre pişmanlık duymuyorlar bunu farkedince hepten çıldırdım. Bundan dolayı yalnız gördüğüm hiç kimseye neden yalnızsın diye sormam elbet onunda bir lethe'si olmuştur. şarkıda dediği gibi ne onunla ne onsuz. Sorgulamadığın zaman vazgeçmiş oluyorsun. Unutmuş olmuyorsun.

sevgilinin yakın arkadaşınla aldatması

anne boleyn
9. sınıfta başka okuldan bir sevgilim vardı. bir de kendi okulumdan arkadaşlarımdan biri olan buse vardı. bu kız inatla facebooktan ekliyordu sevdiceğimi ben de sevgilimin hesabından reddediyordum, kıza da bir şey demiyorum tabii. bayrampaşa tuna lisesini bilen varsa zaten labirent gibi birbirleriyle karşılaşabilene bravo denir o derece. bu yüzden de buse ile karşılaşmıyorduk çok, eğer karşılaşsak tokat manyağı yapacağım zaten o derece sinirliydim. bu ne yürek yarabbi? swh.

her neyse s*refsiz sevdiceğim ile buluştuk, konuşuyoruz falan bana dedi ki "sabah buse ile burada oturduk, takıldık falan" dedi. bakın yedi sene geçmiş hala anlatırken sinirlendim. her neyse bu böyle dedikten sonra suratımın değiştiğini görünce şaka yaptım ayağına yattı. yerler mi? yemezler. bunun kankası vardı benim de kankamdı buna zarf attım bir laf aldığımda da bütün her şeyi dökülmek zorunda kaldı yoksa beni kaybedecekti. sevgilim ile buse habire mesajlaşıp duruyorlarmış, görüşüyorlarmış, bu buse sevgilime "yaseminden ayrıl, ayrılmazsan seninle görüşmem" diye baskı yapıyormuş. ş*refsiz sevgilim de benden ayrılmak istemediği için bunu oyalıyormuş. yani beni kankam olan buse ile aldatıyormuş! bunları öğrenince ertesi gün okula gittim, buse'yi buldum ve dövdüm. iki sene geçti olaydan, başka birine yanlış yaptı gene dövdüm. şimdi olsa döver miyim diye sorsanız kızı dövmek çok zevkli ama ben kimseye şiddet uygulamıyorum artık. ne bok yerse yesin k*şar.

sonra diyorlar ki neden sevgilin yok, neden olsun? küçücük yaşımda aldattılar beni hem de arkadaşımla!

o sevgilime ne oldu diye sorarsanız, hiçbir şey olmadı. iki ay önce falan yazdı cevap vermedim gene yazdı cevap vermedim kendi kendine kudurdu allahın megolomanı. güldüm mesajlarını okurken, çok eğlenceliydi.