confessions

neptune

Viski  · 2 Haziran 2017 Cuma

  1. toplam giri 66
  2. takipçi 24
  3. puan 1169

hamileyim

neptune
bir beyanda bulunma sözcüğü. hamilelik halini belirtmek için söylenir. hamile olma durumu, hamile olan kadının içinde bulunduğu şartlara göre, birbirinden 180 derece ayrılan tepkilere neden olur. yani istenilen ve beklenilen bir durumda gerek hamile olan kadın için, gerekse bu sürece katkısı olan ve/veya beklentisi olan erkek için çok büyük bir mutluluk kaynağı olabileceği gibi, her iki taraf için de, kabus gibi bir durum olarak da ifade edilebileceği anlar da mevcut olabilir.

iyi niyet taşısa dahil, bu beyana karşılık verilebilecek en kötü ilk tepki "kimden ?" sorusudur.

not : kadın değilim, empati yapmaya çalıştım :/

ölümsüzlüğü mümkün kılabilecek şeyler

neptune
Başlığı açan yazar arkadaşın aksine, ruh kavramına inanmadığım için (teizm kökenli ruh kavramından bahsediyorum), benim "ölümsüzlüğü mümkün kılabilecek" şeylerden anladığım, organizmaların üzerine yapılabilecek çalışmalardır.

Neden ölüyoruz sorusunun en basit cevabı, "hücrelerin yaşlanması ve akabinde gerçekleşen ölümünü" engelleyemediğimiz için şeklinde yanıtlanabilir. burada anahtar soru şu, bu neden oluyor ? aslında insan başta olmak üzere, tüm canlılarda, bazen belirli bazen ise süresiz biçimde ölen hücrelerimizin yerine yeni hücreler geliyor. ama sıkıntı şu ki, bu süreklilik arz eden bir durum değil. en basitinden herhangi bir yerimiz kesildiğinde, açılan yaramız kapanıyorsa, bunu bedenimizin hücrelerini yenilenme mekanizmasına borçluyuz. fakat bu süreç "zaman" diye adlandırdığımız bir süre ile kısıtlı. veya bazı bölgelerimizde ki hücrelerin ölümü halinde yenilenme işlemi hiç gerçekleşmiyor ya da ölen hücre sayımız belirli bir süreden sonra yenilenen hücre sayımızın çok altında kalıyor. böyle olunca da, canlıların yapı taşı olarak adlandırdığımız hücreler azaldıkça, bütünlük anlamındaki yapı çöküyor ve sonunda o bütünlüğü sağlayan şey tümden yok oluyor. işte bu; önce yaşlanma sonrasında ise ölüm dediğimiz sürecin gerçekleşmesi demek zaten. hücrelerimiz öldüğü için ölüyoruz.

aslında ölümsüzlük denilen kavram mevcut ve saklanan bir sır da değil. ancak bu çoğumuzun anladığı anlamdaki "ölümsüzlüğe" denk düşmüyor. zira bana göre de, an itibariyle ölümsüzlüğü başarabilen bir canlı yeryüzünde mevcut değil. ama bazı bilim çevrelerince "ölümsüz" olarak kabul edilen pek çok canlı türü mevcut.
http://www.evrimagaci.org/fotograf/55/7602

burada "öznel varlık" kavramının pas geçildiğini görüyoruz. bir tür kopyalama söz konusu. oysa benim ve pek çok insanın kafasındaki "ölümsüzlük" kavramına denk düşmüyor. ben sadece fiziksel form olarak mevcudiyeti devam ettirmekten bahsetmiyorum. kaldı ki, yukarıdaki linkte verdiğim şekli ile, bunun gerçekleşmesi ancak ve ancak kopyalama yöntemiyle mümkün. öte yandan ; şahsım için "bilinç" kavramı, söz konusu kopyalara bire bir aktarılmadığı sürece (ki şüphesiz ki çevresel faktörler de bilinç üzerinde doğrudan etkilidir, yani aynı zaman ve koşulları yaratamadığımız sürece, bilinci kopyalasak bile aslı ile arasında bir değişkenliğe uğraması kaçınılmazdır) ölümsüzlük kelimesinden bahsetmek pek doğru gelmiyor.

o halde hem formsal hem de bilinç olarak, sınırsız bir zaman dilimi içinde yaşayabilmeyi başarabildiğimiz an da, gerçek anlamda "ölümsüzlüğe" ulaşabiliriz demek, bana göre en gerçekçi tanım olacaktır. bunun için de başta belirttiğim, hücrelerin ölümünün önüne geçmek gibi bir amaç peşinde çalışmalar yapılmalıdır. görünen o ki, bilimsel gelişmeler, şimdilik sadece süreci uzatmaya yönelik yönde başarı sağlamaya yöneliktir. ölümsüzlük hali iyi midir, kötü mü ? bu apayrı bir tartışma konusudur. ona bu başlıkta hiç girmeyeyim :)

soyunuz kurusun araplar sloganı

neptune
evet evet gayet iyi bir tespit.

hatta düne kadar, yandaş basında ve bazı islami kesimler (çomar demiyorum köpekleri severim ben) sosyal medya hesaplarında kabe ile ilgili görselleri şu şekilde paylaşılıyordu ;



şimdi ise şu şekilde paylaşımlar yapıp, akıllarınca karaladıkları suud rejimine ayar verilmeye çalışılmakta ;



yani sanki o gökdelenler bir günde dikilmiş gibi konuya yaklaşmak, ne bileyim komik bir bakış açısı bence.

ha bir de bunu söyleyenlerin daha çok, 1000 odalı saraydaki davetlere gidebilmek ve o sarayı korumak için kefen giymeyi göz önüne aldıklarını beyan eden insanlardan oluşması, durumu daha da ironik bir hale getiriyor tabii.


sevdiğin insanı güldürmek

neptune
şöyle ifade edecek olursak ;

gülmek = mutlu olmanın belirtisi

güldürebilmek = mutlu edebilme yeteneği

sevdiğin insanı güldürmek = sevdiğin insanı mutlu edebildiğini gözlemlemek

beklenti = sevdiğin insanın gülmesi, yanında azıcık da iltifat alırsan tadından yenmez.

gerizekalıyım demenin alternatif yolları

neptune
"çalıyorlar ama çalışıyorlar hiç değilse". bunu söyleyen adamın, ayrıca gerizekalıyım demesine gerek yok. gerçi bu zeka dışında ahlak ile de ilgili bir yaklaşım ama vasat zekaya sahip bir insanın bile böyle bir cümle kullanmasını bekleyemezsiniz.

bir de bir şey demenize gerek olmadan, sadece gerçekleştirilen eylem ile zeka seviyesinin tespit edilebildiği şeyler var. mesela "bayrak yakmak" bu eylemler içinde açık ara öne çıkar benim nazarımda.

ya allah varsa

neptune
Başlığı açan yazar arkadaşımız, bu soru ile hangi hallerde ve neden karşılaşıldığını uzun uzun izah etmiş. Emeği için teşekkür ederek başlayayım sözüme.

Açıkcası ben de, hazır böyle bir başlık açılmışken, yaşım dolayısıyla edindiğim tecrübeyi aktarmak istiyorum. Çok uzun yıllardan beri ateistim. Belki de bazı sözlük yazarlarının yaşından bile fazla bir süreden bahsediyorum. Din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin söylüyorum, inanç sahibi bir insan ile din üzerinden konuşmanın, dahası tartışmanın hiç bir anlamı yoktur arkadaşlar. Burada karşınızdaki kişinin samimiyeti veya dini algılayış biçiminin bile önemi yoktur. İyi niyetli ve açık görüşlü bir insan dahi olsa, yani iş tartışma boyutuna dönmese bile, bunun kişisel olarak ne size ne de karşınızdaki insana bir faydası dokunmaz. Bunun nedeni gayet basittir. Yine ilk entryden referans alarak söyleyeyim, gerek yaratıcı gerekse din kavramları dogmatik kavramlardır. Dahası bu kavramlara inananlar büyük bölümü, öğretiler neticesinde bir seçim yapmıştır. Ben ateizmi okuyup öğrenmedim. Bir yaratıcı olduğu fikri öğretildikten sonra, aksinin mümkün olup olmayacağını sorgularken, karşıma "ateizm" kavramı çıktı. Yani benim gibi insanlar da varmış ve onlara ateist deniliyormuş demek ki ben de ateistim dedim. Çoğu ateist ise bu kavramı öğrendikten sonra sorgulama evresine geçer. Sonradan gördüm ki ateizm de kendi içinde farklı bölümlere ayrılıyormuş. Bu işin felsefi kısmı, açıkcası beni çok ilgilendiren bir kısmı da değil.

Deist olduğunu söyleyen abimle bir kez konuşmaya kalktığımda bile baktım tansiyon ve konuşmanın harareti yükseliyor (bu yakın zamanda başıma geldi) o an da dedim ki, ne boş ve gereksiz bir tartışma bu. Sonuç elde edilmedikçe tartışmanın bir anlamı gerçekten yok. Bu benim şahsi fikrim. Ve tecrübelerime dayanarak söylüyorum ki, din ve allah konusunda, içinde zerre inanç taşıyan bir insan ile tartışmaya kalktığınızda da "sıfır" sonuç ile o ortamdan kalkarsınız. Yine şahsi görüşümdür, ateizm aslında öznel bir kavramdır. Ve bu kavramın içeriğinde, inananlar ile bunu tartışıp, onlara doğru kabul ettiğiniz şeyi göstermek veya öğretmek gibi bir gayesi yoktur.

Bir öğreti olarak bakmıyorum ben ateizme. Dolayısıyla yaymak veya inanç sahipleri ile fikirsel bir tartışmaya girmek gibi bir amacı asla edinmedim. Tam tersi bundan kaçınırım, çünkü dediğim gibi "faydasız" bir eylemdir benim nazarımda bu. Hatta çoğu zaman sıkıcıdır. Mesele korkmak ya da kendi düşüncelerinizi savunmaktan aciz olacak kadar bilgisiz olmak meselesi değil, mesele karşınızdaki insanın düşünme biçiminin, hiç bir ölçüde esnekliği kabul etmeyen yaklaşımıdır. Bu da olağandır, zira dediğim gibi kavramsal açıdan gerek allah gerekse dinler "dogmatik" sınıfına girer.

Hiç bir insana ateist diye ekstra bir yakınlık hissetmem keza inanç sahibi insanlara da farklı ya da negatif yönden bir önyargım yoktur. Beni bağlayan şey, tavır ve tutumlarıdır. İstediğim veya beklediğim yegane şey de, saygıdır. Evet inanç sahibi olup, ateistlere sayıp söven milyonlarca insan var, elbette bunun farkındayım. Keza, ateist olduğunuzun bilinmesi halinde, sizi ortadan kaldırmayı düşünecek kadar radikalleri de barındıran bir kitle de azınsanmayacak ölçüde mevcut yeryüzünde. Öte yandan sabah akşam hiç inanmadığı kavrama sayıp söven ateistleri de biliyorum. Bazı Ortamlarda ateist olmanın "cool" bir tavır olduğunu düşünüp, bu yönde beyanlarda bulunmaktan hoşlanan tiplerin de olduğunu görüyorum. Oysa ateizm hava atma aracı olarak kullanılacak değersizlikte bir düşünce biçimi değildir. Hele hele inançlara küfür etmek amacıyla kullanılabilecek bir kavram hiç değildir. Sadece sözlük tanımı gibi düşünmeniz sizi ateist yapar. Yani bir yaratıcı olduğunu düşünmüyor ve evrenin yaratılma neticesinde gerçekleşmeden oluşabileceğini, içinizde en ufak bir şüphe barındırmadan düşünebiliyorsanız ateistsinizdir. Gerisi karakteriniz ile alakalı bir durumdur. Ben dindarları da böyle görüyorum. Kimi ateistlere laf sokmak için yanıp tutuşur, hatta onlarla uğraşmayı kendine misyon edinmiştir. Kimi ise kendi değerlerini belirli saygı çerçevesinde ve edindiği bilgilerden yola çıkarak savunmayı tercih eder. Burada da belirleyici olan karakterdir.

Son olarak benim tüm bu görüşlerim şüphesiz ki sadece beni bağlar. Nasıl ki herhangi inanç sahibi bir kişinin söylediği tüm inanç sahiplerini kapsamıyorsa ben de tüm ateistler adına fikir beyan etmiyorum. Bu açıklamadan sonra, Başlıkta ki soruyla karşılaştığımda vereceğim cevabı da tahmin etmiş olmalısınız. Ya allah varsa ? O da benim problemim ;)
Daha uzun bir cevap, anlamsız olacaktır :)

ellinci yıl marşı

neptune
türkiye cumhuriyeti devletinin kuruluşunun 50.yılı için bestelenmiş olan marştır. sözleri bekir sıtkı erdoğan'a ait marş, necil kazım akses tarafından bestelenmiştir.

gerek sözleri gerekse bestesi ile şahsıma göre cumhuriyeti ve değerlerini en güzel ifade eden marştır. ancak söylenmesindeki zorluğu ve sözlerinin uzunluğu nedeniyle, ilk kıtasının iki mısrası hariç (ki aslında sadece 2 kıtası bestelenmiştir) , çoğu kişinin tamamını söyleyemeyeceği marştır. (ben de bu gruba dahilim). bu nedenle, toplumun genelinde, 10.yıl marşı veya izmir marşı kadar rağbet görmemiş ve zamanla neredeyse unutulmaya yüz tutmuş bir marş haline gelmiştir.

müzikal zevkler şüphesiz ki tartışmaya açıktır. ancak yinelemek istiyorum, bana göre cumhuriyet için bestelenmiş en güzel marştır.

sözleri ;

müjdeler var yurdumun toprağına taşına,
erdi cumhuriyetim elli şeref yaşına,
bu rüzgarla şahlanmış dalga dalga bayrağım,
başka bir tuğ yaraşmaz türk'ün özgür başına.

cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu…

yılları bir çığ gibi aşarak hafta hafta,
koşuyoruz durmadan kadın-erkek bir safta...
elimizde meşale, ilke ilke atatürk,
işıklarla donattık ülkeyi her tarafta...

cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu…

aynı kandan feyz alır bunca toprak, bunca taş…
kılıç tutan bilekler, verdi sabanla savaş.
tekniğin dev nabzında her adım, her dakika,
çarklarda aynı tempo, yüreklerde aynı marş…

cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.

biz yürekten bağlıyız elli yıldır bu yola,
“yurtta barış” ilk hedef, “cihanda sulh” parola.
koparamaz hiçbir güç bizi milli birlikten,
ata'mızın izinde koşuyoruz kol kola...

cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.

yaşasın hür ulusum, soylu gencim, benliğim,
yaşasın şanlı ordum, sarsılmaz güvenliğim.
ersin elli yıllarım nice mutlu çağlara,
örnek olsun cihana devletim, düzenliğim…

cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu,
atatürk'ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu.



faşizm

neptune
siyaset bilimci dr.lawrence britt'de,20.yy ın gördüğü en tipik faşist rejimleri inceleyerek benzer bir şekilde faşizmin 14 karakteristik özelliğini tespit etmiş ve benzer bir makale yayınlamıştır zamanında. burada da size çok tanıdık gelecek,tavır,tutum ve uygulamaları görebilirsiniz ;

1. güçlü ve sürekli milliyetçilik: faşist rejimler, sürekli olarak vatansever şiarlar, sloganlar, semboller, marşlar ve diğer ıvır zıvırı kullanma eğilimindedir.

2. insan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi: düşmandan korku ve güvenlik ihtiyacı nedeniyle, faşist rejim altındaki insanlar, 'ihtiyaç' gereği belirli durumlarda insan haklarının göz ardı edilebileceğine ikna edilirler. insanlar işkence, yargısız infaz, siyasal suikast, uzun süreli gözaltı gibi uygulamalara karşı başını başka tarafa çevirme, hatta bunları onaylama eğilimindedir.

3. düşmanların/günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması: ülkenin güvenliğini ve bütünlüğünü tehdit eden düşmanın ortadan kaldırılması için insanlar histerik kalabalıklara katılıp sokaklara dökülür; bu düşman tanımının içinde ırksal, etnik ya da dinsel azınlıklar, liberaller, komünistler, sosyalistler, teroristler, vs. vardır.

4. ordunun ve militarizmin yüceltilmesi: yaygın yerel sorunlar olduğunda bile, orduya hükümet bütçesinden aşırı miktarda pay verilir ve yerel gündemler göz ardı edilir. askerler ve ordu hizmetleri alabildiğini yüceltilir.

5. cinsel ayrımcılığın şahlanışı:faşist ulusların hükümetleri, neredeyse tamamen erkek-egemen olma eğilimindedir. faşist rejimlerde, geleneksel cinsiyet rolleri daha katı hale getirilmiştir. kürtaj karşıtlığı ve homofobi had safhadadır.

6. kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması: kimi zaman medya hükümet tarafından doğrudan kontrol edilirken, diğer durumlarda dolaylı olarak diğer genelgeler, mevzuatlar, sempatik medya temsilcileri ya da yöneticileri tarafından kontrol edilir. sansür, özellikle savaş dönemlerinde oldukça yaygındır.

7. ulusal güvenlik takıntısı: "korku" hükümet tarafından, kitleler üzerinde harekete geçirici bir araç olarak kullanılır.

8. din ve yönetimin iç içe geçmesi: faşist ulus hükümetleri, ulus içindeki en yaygın dini, kamuoyunu manipüle etmek için bir araç olarak kullanır. dini retorik ve terminoloji, dinin ana doktrinlerinin hükümet politikalarına veya eylemlerine tamamen karşıt olduğu durumlarda dahi, hükümet liderleri tarafından yaygın olarak kullanılır.

9. özel sermayenin gücünün korunması: faşist uluslardaki sanayi ve iş aristokrasisi, sıklıkla hükümet liderlerini iktidara getirenlerdir. bunu hükümetle iş dünyası arasında karşılıklı çıkara dayalı bir ilişki tesis ederek ve belli bir iktidar eliti yaratarak yapar.

10. emek gücünün baskı altına alınması: faşist hükümete karşı tek gerçek tehdit emeğin örgütlü gücü olduğundan, işçi sendikaları ya tamamen saf dışı edilir ya da şiddetle baskı altına alınır.

11. aydınların ve sanatın küçümsenmesi: faşist uluslar, yüksek öğrenim ve akademiye karşı açık bir düşmanlığı körükler ve teşvik eder. profesörlerin ve diğer akademisyenlerin sansüre uğraması, hatta tutuklanması yaygındır. sanatta ifade özgürlüğü açıkça saldırı altındadır ve hükümetler genellikle sanata bütçe ayırmayı reddeder.

12. suç ve cezalandırma ile baskı altına alma: faşist rejimlerde, polislere kanunları zorla uygulamaları için neredeyse sınırsız bir yetki verilir. insanlar genellikle, polisin suistimallerine göz yummaya ve hatta vatanseverlik adına sivil özgürlüklerden feragat etmeye razı olur. faşist uluslarda, sınırsız güce sahip ulusal bir polis kuvveti vardır.

13. adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama: faşist rejimler neredeyse her zaman, yönetim kadrolarına birbirini atayarak hükümetin güç ve otoritesini onları hesap vermekten korumak için kullanan bir grup ahbap ile müttefikleri tarafından yönetilir. ulusal kaynakların ve hatta hazinenin tahsisi ya da bunların hükümet liderleri tarafından açık bir şekilde gaspı, faşist rejimlerde rastlanmayan bir olgu değildir.

14. hileli seçimler: faşist uluslardaki seçimler bazen tamamen göz boyama amaçlı yapılır. diğer zamanlarda ise seçimler, çamur atma kampanyaları, hatta muhalefet adaylarının öldürülmesi, seçmen oylarının ve seçim bölgelerinin kontrolü için yasama kurumlarının alet edilmesi ve medya manipülasyonu gölgesinde yapılır. faşist uluslar, tipik olarak kendi yargı sistemini seçimleri manipüle ya da kontrol etmek için kullanır.
4

anlam yüklemek

neptune
yeryüzünde insanı diğer türlerden bariz bir şekilde ayıran zekasının bir sonucu. içgüdülerimizi törpüleyen ve bizi medeniyetler kurma seviyesine getiren bir özellik bu. fakat sık yapıldığı zaman, insanın hayatını fazlasıyla zorlaştırdığı ve psikolojisini bozma seviyesine getirdiği zamanlar da mevcut. kaldı ki bireyler ve bireylerin oluşturduğu toplumlar arasındaki çatışmaların da ana nedeni, anlam yüklenilen kavramların farklılığı zaten. bu nedenle, bu eyleme, tamamıyla olumlu bakmak ne kadar doğru, o noktada kararsızım.

şayet sık bir biçimde anlam yükleme eylemini yapmaktan vazgeçmeyi başarabilirsek, fiziki devamlılığımızı, yani yaşamı nispeten daha basit bir şekilde sürdürmek mümkün gibi gözüküyor. öte yandan bu durumun ilkelliği de beraberinde getireceği su götürmez bir gerçek. kaldı ki anlam yüklemekten vazgeçmeye çalışmak, kendi türümüzün doğasına ters bir mekanizmayı çalıştırmak demek ve bu nedenle bunu bütünüyle ortadan kaldırmak da mümkün değil.

anlam yüklediğimiz her şey, yaşantımızda olumlu ve olumsuz sonuçları da beraberinde getiryor. anlam yüklemenin bu özelliği, seçimlerimizi doğrudan etkilemesi anlamına geliyor ki seçimlerimiz de hayatımızı şekillendiriyor zaten.

bu kavramın iki özelliğinden daha bahsetmek istiyorum. birincisi anlam yükleme ve değer düzeyi arasındaki doğrusal ilişki. kabaca; bir insanın anlam yüklediği kavram, olay ve hatta kişiler, söz konusu insan için aynı ölçüde "değer" kazanmaktadır. yani bir kavrama ne kadar anlam yüklersek o kavramı o derece önemsemiş oluruz.

başka özelliği de öznel olmasıdır. ancak bu özelliği, ilginç bir şekilde sosyalleşme sürecinin de yolunu açar. şöyle ki ; bireysel olarak, anlam yüklediğimiz kavramlara, başka insanlar da eşdeğer ölçüde anlam yüklüyorsa, o insanlar ile bir araya geldiğimizde, doğal bir süreç olarak daha yakın ilişkiler kurmaya meyilleniriz. tıpkı sevgiye yüklediği anlamı, bir sosyalleşme süreci içine dahil eden, kayahan'ın yıllar önce kullandığı söz öbeğinde olduğu gibi "yolu sevgiden geçen herkesle, bir gün bir yerlerde buluşuruz". görüldüğü üzere, bir insanın anlam yüklediği konular ve anlam yükleme biçimi, o insanı tanıma evresinde birer veri işlevi görür ve bu da dolaylı olarak gruplaşma, örgütlenme vb sosyalleşme yollarının önünü açar.

ufak farklar ile ayrılan fikirlerin çatışması

neptune
birbiriyle 180 derece zıt fikirlerin çatışması olağan görülür. zira bu çatışma "bütünüyle karşıtlık" içerir. bir fikir diğer fikrin tam zıttıdır. dinsel alanda teizm-ateizm, siyasette sol-sağ, fizikte sıcak-soğuk ve sembolük anlamıyla ışık-karanlık çatışmaları buna örnek gösterilebilir. uzakdoğu kökenli yin-yang felsefesinin temelinde de bu vardır. keza, kabaca hegel ve marx'ın "diyalektik yaklaşımının" özünde de bu vardır denilebilir (tez-antitez yoluyla gerçeğe ulaşılabileceği düşüncesi). söz konusu bu çatışmaların oldukça ürkütücü sonuçlar doğurması beklenebilir.

öte yandan başlığını açtığım durum da, özellikle günümüzde, en az zıt kavramlarının çatışması kadar sık rastlanılır hale gelmiş bir çatışma biçimidir. genel anlamda neredeyse birbirine çok yakın görülen ancak bazı olaylara yaklaşım biçimi ile birden bire ayrılan bu fikirler, bireylerin birbirlerinden olan farklılıkların bir sonucudur denilebilir. nitekim, her bir bireyin farklı bir düşünce biçiminin olması, reddi mümkün olmayacak bir biçimde bu çatışmanın kaçınılmazlığını ortaya koyar. bu çatışma biçiminde dikkati çeken husus, bazı durumlarda "çatışma şiddetinin" en az zıt fikirlerin çatışmasında olduğu kadar, yüksek bir seviyeye çıkmasıdır. özünde aynı gibi görünen, fakat detaylara inildiğinde farklılaşan bu fikirler, siyaset literatüründe "fraksiyon" kelimesi ile adlandırılır.

kabaca "suriyeli göçmen veya sığınmacıların dahil olduğu olaylar" başlığı altında toplayabileceğimiz olaylara yaklaşım farklılıkları incelenirse, söz konusu çatışma biçimine çok sık rastlanabilir. nitekim bu olaylara yapılan yorumlarda, gerek sol gerekse sağ ideolojilerin farklı fraksiyonlarını temsil eden bireylerin, "mikadonun çöpleri" gibi dağılmasına şahit olabiliriz. bu durum, zıt görüşlerin birbirine yakınmış gibi algılanmasına, keza benzer görünen görüşlerin de, birbirinden çok farklı olduğunu düşünmemize yol açar.

özetle fikirsel çatışmaların önüne geçmek hem imkansız hem gereksizdir. ama kavgaya dönüşmesini engellemek bizlerin elindedir.

not : tersi durum için "zıt veya uç fikirlerin birbirine yakınlaşması" başlığı açılabilir.

sigara içtiğini öğrenen ailenin tepkileri

neptune
yarın daha doğrusu bugün babalar günü. babamı kaybedeli 8 yıl oluyor. bu başlığı görünce benim aklıma gelen babamın sigara içtiğimi öğrendiği zaman ki tepkisi oldu. annem öncesinde biliyordu ve o öğrendiği için yanında rahat rahat içebiliyordum. hatta amiyane tabirle onun sigarasında otlandığım bile olmuştur. zaten öğrendiğinde sadece iyi bir şey olmadığını söylemekle yetinmişti annem. babama ise, annem ile birlikte sigara içtiğim bir zamanda kelimenin tam anlamıyla yakalanmıştım. bana söylediği lafı da sanırım hayatım boyunca unutamam, zira içime işleyecek kadar ağır bir sözdü. aynen şöyleydi ;

- " sigara içmene bir şey demiyorum ama annenin bildiği bir şeyi benim bilmiyor olmam beni çok rahatsız etti, bunu bil."
3

liberalisti seri eksileme etkinliği

neptune
yaklaşık yarım saat önce içerisinde, kendisine ait favladığım entryler olduğu için, katılmam halinde kendimle çelişkiye düşeceğim bir etkinliktir. bu nedenle aynı zamanda, katılmamın mümkün olmadığı bir etkinliktir. kendisini tanımıyorum hoş buradaki hiç bir yazarı tanımıyorum. bir kaç sözlükte yazarlık hesabım olduğu halde, burayı sevdim ben. yazarların birbirlerine takılmalarında bile bir düzey var (bu konuda ciddiyim, istisnalar kaideyi bozmaz). o nedenle şimdilerde olmasa da, belki ilerleyen süreçte bu tarz "sosyal etkinlikler" hakkında daha aktif bir pozisyon içine girebilirim, onu henüz kestiremiyorum. eyyorlamam bu kadar, teşekkür ederim.
3

türk insanının ölümü kabullenememesi

neptune
esprili de olsa doğru bulduğum tespitler ile desteklemişsin bu argümanını. katılıyorum. işe biraz daha genel yaklaşmak adına ekleyebilirim ki sadece türk insanı değil aslında dünya genelinde mevcut bir durum bu. elvis presley, michael jackson ve hitler örnekleri yeryüzündeki pek çok coğrafya da geçerliliğini koruyor çünkü. şahsım adına konuşursam ölümü "gerçeklik adına" elbette kabul ediyorum da, bir tür tepki mevcut buna karşı. sanırım biraz da yaşsal ve çevresel nedenlerden ötürü.

wolfgang amadeus mozart

neptune
şüphesiz ki zevkler tartışmaya açıktır. bu nedenle mozart'ın eserlerini dinlemeyi sevmeyebilirsiniz. ancak başlığı açan yazar arkadaşımızın dediği gibi, bu onun, tüm zamanların en büyük kompozitörü olduğu gerçeğini değiştirmez.

oldukça kısa sayılabilecek yaşamı, gerek maddi, gerekse manevi olarak tam anlamıyla gel-git ler ile dolu olan mozart'ın, ölümü sonrasında kronolojik olarak eserleri toplanmaya çalışılmış ve 626 gibi muazzam bir sayıya ulaşılmıştır.(bkz:köchel dizini) bu sayı şu açıdan önemlidir. mozart'ın kabaca 30 yıl boyunca beste yaptığını söylersek şayet, bu eşsiz dehanın yaklaşık olarak neredeyse 2 haftada bir eser yazdığı sonucuna ulaşabiliriz (bu da yılda yine yaklaşık olarak 24 eser demektir). dolayısıyla sırf üretkenliği dolayısıyla bile, saygıyı fazlasıyla hak ettiğini düşünüyorum.

vakti zamanında, facebook da hakkında sayfa açmaya, farklı platformlarda wolfgang amadeus nickini kullanmaya varacak ölçüde çok seviyorum ben mozart'ı. her mozart severin, şüphesiz ki, favorisi olan bir eseri de mevcuttur. şahsım için de durum böyle ve bu eseri şimdi burada paylaşmak istiyorum. tam adı "symphony no. 25 in g minor" olan, bizde bilinen adıyla 25.senfonisi dediğimiz bu eserinin, hemen pek çok senfoni de olduğu gibi 4 bölümden oluştuğunu ve paylaşacağım favori olarak nitelendirdiğim kısmının da, giriş bölümü de diyebileceğimiz, "allegro con brio" olduğu bilgisini ekleyeyim. bu arada unutmadan, bu müzikal zenginliğe ve coşkuya kulağınızı verirken, mozart'ın bunu bestelediğinde henüz 17 yaşında olduğunu da aklınızda tutmanızı özellikle rica ediyorum. işte bu yüzden böyle insanlara "deha" deniliyor.





köchel dizini

neptune
özellikle klasik müzik dinleyicisinin, wolfgang amadeus mozart'ın bir eserini dinlemek için arama yaptığında, karşısına kv veya k sözcüğünün çıktığını ve bu harflerden sonra da bir sayı ile karşılaşacağını söylemek mümkün. bu başlığı açma nedenim de bunun ne anlama geldiğini açıklamaya çalışmak.

kısaca şöyle diyebiliriz ; Almanca (Köchel-Verzeichnis) denilen bu dizin orijinal olarak ; Ludwig von Köchel, tarafından geliştirilmiş olan ve wolfgang amadeus mozart tarafından bestelenmiş müziksel eserlerin tamamının kronolojik şekilde sıralanması şeklindeki bir dizindir. Mozart'a ait her esere ya K veya KV ile başlayan bir sıra numarası verilmiştir. Örneğin, Mozart'in KV 626 olarak sınıflandırılmış eseri "Re-minör Requiem" olup Mozart tarafından bestelenmiş olan 626 cı parçadır. Köchel dizin numarası böylece her Mozart eserleri için kısa kesin isim sağlar; hem de o eserin diğer eserlere nazaran kronolojik yapım tarihini açıkca gösterme amaçlıdır.

bu dizinin kronolojik olma özelliği şuradan ileri geliyor. özellikle sıra numarası 100 den büyük olan numaralar, basit bir matematik işlemi ile, bize o eserin wolfgang amadeus mozart tarafından kaç yaşında bestelendiğini ve buradan yola çıkarak da, eserin ortaya çıkış tarihini vermeye yarıyor ve bu sıralama da onu amaçlayarak yapılmış. yani basit şekilde söylersek, kv den gelen sonra sayı büyüdükçe, mozart'ın o bestesinin zamansal olarak daha sonraya denk geldiğini anlayabiliriz. nitekim yukarıda sözünü ettiğim, mozart'ın kv 626 eseri aynı zamanda, onun son eseri olarak bilinen "Requiem" dir.

gelelim basit matematik işlemi ile, mozart'ın hangi eserini kaç yaşında yazdığına ve tabii diğer bir deyişle hangi yılda yazdığının bulunmasına. bunun için söz konusu eserin numarasını diyelim ki benim bugün paylaştığım 25.senfonisi olsun (ki bu eser köchel dizinin de kv 183 olarak geçer). burada söz konusu numarayı önce 25 e bölüyoruz. yani 183/25 çıkan sonuca da 10 ekliyoruz. yani 183/25 + 10. ki bu bize mozart'ın o eserini kaç yaşında bestelediğini verir. mozart'ın doğum yılını ezberinizde biliyorsanız ki bu da 1756 yılıdır, elde ettiğiniz sayıya o sayıyı ekleyerek, eserin besteleniş tarihini bulmanız da mümkün oluyor haliyle.


ingilizce bilmemek

neptune
başlıkta geçen bilmemek sözcüğünü, "kendini karşı tarafa ifade edebilecek yeterlilikte olmamak veya karşı taraf ingilizce konuştuğunda onu tam olarak anlamayacak düzeyde olmak olarak algılarsak şayet, evet benim bu diyebilirim. ayıp kısmını bilemem ama öznel açıdan bakınca utanç kaynağı olduğunu kabul ediyorum. sadece ingilizce için değil tüm diller için de bu önerme geçerliliğini koruyabilir tabii. yani bir lisanı bilmek demek sular seller gibi konuşmaktan ziyade iletişimi sağlarken ne derece zorluk çektiğiniz ile alakalı bence. şayet iletişim kurma anlamında, çok ciddi sıkıntılar yaşıyorsanız o dili bilmiyorsunuz demektir. zira söz konusu yabancı dil olduğunda, sözcüklerin karşılığının, kendi lisanınızda hangi anlama geldiğini bilmeniz, o dili konuşmak veya anlamak için yeterli gelmez. gramer kısmına dair de bilgi sahibi olmanız elzemdir.

öte yandan ingilizcenin uluslararası bir dil olarak kabul görmesi nedeniyle, söz konusu ingilizce bilmemek olunca, ister istemez, dünyanın geri kalanı ile olan iletişiminizde sıkıntı yaşamaya açık duruma düştüğünüz, reddedemeyeceğiniz bir gerçektir. dolayısıyla meseleye; başkalarının sizi ayıplaması olarak yaklaşmaktan çok, kendinizde bir eksiklik hissetmeniz olarak bakmak daha sağlıklıdır. özetle başkalarının ne düşündüğü şahsım için önemli değil ama ingilizceyi bilmiyor olmayı kendi adıma büyük bir eksiklik olarak görüyorum, nokta.

dincilerin inanmayan kesimden daha çok günah işlemesi

neptune
bir ateist olarak ifade etmek isterim ki; şayet bir tespitte bulunulmak isteniyorsa; "dincilerin inanmayan kesimden daha çok suç işlemesi" gibi bir başlık açmayı daha uygun bulurdum. zira bu başlık altında maddeler halinde söylenebilecek olan şeylerin tamamı, şahsım için "suç" olarak ifade edilebilecek kavramlar zaten. günah kısmı beni bağlamıyor.

eşcinselliğin anormal olmadığını düşünmek

neptune
konuya "normal ve anormal kavramlarını" tanımlayarak ve bu kavramların nasıl oluştuklarına bakarak başlamak gerektiğini düşünüyorum. normal sözcüğünün tdk tanımı : "aşırılığı, eksikliği ve taşkınlığı olmama, ortalama durum" olarak şeklinde geçmektedir. sıfat olarak ise "Kurala uygun, alışılagelen, olağan, düzgülü, aşırılığı olmayan, uygun" kelimeleri ile açıklanmaktadır. dil bilgisi açısından bakacak olursak, Normal kelimesi "norm" sözcüğünden türemiş bir sözcüktür. norm kelimesinin tam karşılığı ise "Yargılama ve değerlendirmenin kendisine göre yapıldığı ölçüt, uyulması gereken kural, düzgü" ve "Önceden belirlenmiş kalıp, düzgü" şeklindedir. anormal sözcüğü, ise bir sözcüğün tam karşıtlığını ifade etmek için kullanılan ve sözcüğün başına "a" harfinin getirilmesi kuralına dayanarak oluşturulmuş bir kavramdır. yani anormallik, normal olmanın tam karşıtıdır. sosyal-asosyal, teizm-ateizm gibi. gerek norm gerekse norm kelimesinden türemiş olan normal ve anormal kelimeleri, felsefe ve sosyoloji bilimlerinin literatüründen çıkmış olup, zamanla matematik gibi bazı bilim dallarında da kendine yer bulmuştur.

yukarıdaki tüm tanımlardan anlayabileceğimiz üzere "normal ve zıttı olan anormal" kelimeleri, hem nesnel hem de öznel olarak değerlendirmeye açık oldukları için, değişkenlik ve görecelik içermektedirler. sosyolojik açıdan bakacak olursak x toplumunda "normal" kabul edilen bir davranış biçiminin, y toplumunda "anormal" olarak değerlendirmesi, oldukça sık rastlanılan bir durumdur. zira toplum yapıları da, çok farklı bileşenlerden oluşur ve bu farklılıklar, farklı toplumların farklı "normlar" belirlemelerine neden olmuştur. çıplaklar kampına takım elbise ile girmeye kalkarsanız, çıplaklar kampının normlarına göre anormal olan siz olursunuz keza toplum genelinin kıyafetle dolaştığı bir ortamda, çıplak dolaşırsanız anormal olan yine siz olursunuz. öte yandan, sizin çıplaklar kampı oluşumunu anormal bulmanız, çıplaklar kampını değil, sizi bağlayan bir kavramdır. görüldüğü üzere ve demin de yazdığım gibi; "sosyolojik" açıdan kişinin normal veya anormal olarak nitelendirilmesi, tamamen bağlı bulunulan topluluğa göre değişkenlik gösterdiği gibi, öznellikte içerir.

bilimsel bakış açısı, bilimsel metodolojiyi gerektirir. yani bilim de kendi içinde bir tür kurallar bütünü oluşturur. ancak toplum normlarının aksine bilimsellikte oluşturulan kurallar daha ziyade, izlenmesi gereken yol üzerine inşa edilmişlerdir. öznel yargı veya öznel düşünceler, bilim nezdinde değerlendirmenin dışında tutulur. bilim gerçeklik üzerine, açıklama getirme amacını güder.

bilimin bir başka özelliği ise, hemen hemen tüm bilim dallarında, kavramları ve terimleri "sınıflandırma" yönteminin izlemesidir. bu da, kavramların tanımlamalarını, göreceli olarak daha düzenli hale getirir ve daha çabuk ve kolay anlaşılmasını sağlamaya yarar.

biyoloji biliminde "cinsiyet" faktörü içinde, "eşcinsellik" sınıflandırmaya dahil edilmemiştir. bu doğrudur. yani eşcinsellik "cinsiyet sınıflandırmasına" dahil edilen bir kavram değildir. temel olarak, türler erkek ve dişi olarak sınıflandırılmışlardır, hem erkek hem dişi özelliklerini taşıyan (erdişi) türlere de yer verilmiştir ancak bu bizim algıladığımız anlamdaki "eşcinselliğe" denk düşmez. daha ziyade fiziki özellikleri açısından bir sınıflandırma gayesi güdülmüştür. ancak bu noktadan hareketle, bilimsel bakış açısına göre eşcinsellik bir anormalliktir sonucuna ulaşmak bütünüyle yanlıştır. keza bilimin bu yönde bir iddiayı savunduğunu söylemek de yanlıştır. çünkü burada esas alınan türlerin cinsiyet faktörü üzerinden sınıflandırılmasından ibarettir. normal ve anormal kavramlarını oluşturmak değil.

bogdan bogdanoviç

neptune
fenerbahçemize büyük katkılar yaptıktan sonra, nba takımlarından sacramento kings'e transferi gerçekleşmek üzere olan basketbolcu. yolun açık olsun bogdanovic, fenerbahçe taraftarı seni asla unutmayacaktır ve sen hangi formayı giyersen giy daima fenerbahçe ailesinin bir ferdi olarak kalacaksın <3

gay

neptune
aslında eşcinselliğin ingilizce deki karşılığı olan bir kelimedir. her ne kadar genel olarak erkek eşcinseller için daha sık kullanılsa da, kadın eşcinseller yani lezbiyenlerde gay tanımlamasına dahildir. yani gay sözcüğü tüm eşcinselleri kapsar.

suriyeliler

neptune
kabaca toplumda "suriyelileri" destekleyen iki grup olduğunu düşünüyorum ;

1) siyasi ve mezhepçi yaklaşımlar dolayısıyla destekleyen grup
2) insani gerekçeleri ortaya sürerek destekleyen grup.

"suriyeli duyarını" kasan grup ağırlıklı olarak ikinci kesimdir. bu insanların dünya görüşü, ilk gruptakiler ile taban tabana zıt olsa da, suriyeliler konusunda ki yaklaşımları dolayısıyla, ilk grup ile yolları kesişir. çoğu, ilk gruptakiler ile aynı safta olmaktan veya anılmaktan rahatsızdır aslında. bu nedenle "insani gerekçelerinin" altını kalın bir biçimde çizerler. keza, "ben iktidar gibi düşünmüyorum ama...." şeklinde cümleler kurmaya meyillenmeleri de bundan kaynaklanır. ilk gruptakiler ise dediğim gibi işin insani boyutuyla neredeyse hiç ilgilenmez. mezhep ve siyasi açıdan bakarlar. bu gruba, rte'ye biat eden kitledir de diyebiliriz. dolayısıyla yarın öbür gün rte, "suriyelileri ülkemizden kovalım kampanyası" başlatsa, sokaklarda "suriyeli avına" çıkacak ölçüde değişim gösterebilirler, şaşırmamak gerekir.

suriyelileri desteklemeyen gruba gelirsek. çok genel bir biçimde, bu grubunda kendi arasında 2'ye ayrıldığını söylemek mümkündür.

1) ırksal ve milliyetçilik duyguları ağır bastığı için, suriyeliere sıcak bakmayan grup (buna mezhepçilik ve siyasi ayakta da eklenebilir)
2) olayın ırksal boyutundan ziyade, toplumda, kültürel ve ekonomik açıdan yarattığı sakıncaları göz önüne alarak, suriye'li duyarı kasmayan grup (kendimi bu gruba dahil ediyorum)

burada ki gruplandırma da aşağı yukarı, ilk yaptığım gruplama ile benzerlikler gösterir. şöyle ki; benim de dahil olduğum ikinci grup, tıpkı suriyeli duyarı kasan ikinci grupta olduğu gibi, aslında ilk gruptakiler ile aynı safta durmaktan rahatsızdır. bunun da altını yine kalın bir şekilde çizme ihtiyacı hissederler. misal "milliyetçilik veya mezhepçilik gibi kavramlara fersah fersah uzak biriyim ancak..." şeklinde bir cümle kurasım var benim. çünkü her ne kadar suriyeli duyarı kasmayanlar tarafından yer alsam da, ilk gruptakiler ile aynı tarafta yer almaktan da haz almıyorum aslında. buradaki ilk grubun, "suriyeli avına" çıkma potansiyeli, suriyelileri siyasi ve mezhepsel açıdan destekleyen ilk grupla neredeyse eş düzeydedir. oysa benim de dahil olduğum ikinci grup, bunun tamamen, devletin yanlış politikalarından kaynaklanan bir durum olduğunu ve doğru şekline getirmenin de ancak ve ancak devletin görevi olduğunu düşünür. yani sokaklarda yakaladığımız suriyelileri linç edelim gibi bir düşünce içine girmez. ancak şayet akıl tutulması veya sabır taşması noktasına gelinirse işin rengi değişebilir ve o zaman da, yanı başında suriyeli linç edilse gıkını çıkarmaz.

tartışılmaması gereken şeyler

neptune
şahsıma göre burada belirleyici olan, tartışacağınız kişinin vasıfları ve yaklaşım biçimidir. düşüncelerini sağlam argümanlar ile destekleyebilen ama aynı zamanda sizin öne sürdüğünüz fikirleri de gerçekten anlamaya çalışabilen kişiler ile tartışabilmekte sakınca yoktur. ama bu tarz insan bulmak kolay mıdır derseniz, işte orası biraz sıkıntılı. dolayısıyla şayet karşınızdaki insanda, söz konusu vasıflar ve yaklaşım biçimi noksan ise, şüphesiz ki, çok basit konuları bile tartışmamak mantıklı bir seçim olur.
4

morgan freeman

neptune
dünyada tanışıp sohbet etmek isteyeceğim ilk üç insandan biri. yüzünden resmen bilgelik ve dinginlik akıyor. star wars karakteri master yoga'nın, insan hali. öyle bir sempatim, sevgim ve saygım var kendisine.

ayıp olmasa güler oynarım

neptune
burada, çoğumuza oldukça sıra dışı gelen bu babanın açıklaması, emin olunuz ki, ülkenin önemli bir bölümünde, öyle veya böyle "takdir" görüp, onaylanıyor maalesef.

yukarıda bir yazar arkadaşımızın, konuyu "eğitim şart" diyerek yorumladığını gördüm. eğitimin önemini, şüphesiz ki inkar edecek değilim, ancak yaşam tecrübeme dayanarak artık gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum ki, eğitim tek başına durumu kurtarmaya kesinlikle yeterli değil arkadaşlar. ben esas belirleyici faktörlerden birinin zeka olduğunu düşünüyorum. zeka doğuştan kazanılmış bir yetidir. zamanla geliştirilebilse de (yaşın artması, elde edinilen tecrübeler, öğrenim görme vs) genelde biyolojik gelişimini tamamlamış bir insanın zeka seviyesinde büyük yönde değişimler olmaz. zeka doğuştan gelen bir özelliğimiz olduğu için, eğitim gibi sonradan kazanılan yetilerden daha baskındır. yani bir insana ne kadar eğitim vermeye çalışırsanız, çalışın, ancak mevcut zekası kapasitesinde, o eğitimden sürecinden kazanımlar elde edebilir. doğru ile yanlışı ayırt edebilecek zekaya sahip olmayan bir insanı da, 7/24 eğitime tabi tutsanız, kat edebileceği mesafe yine ancak zekası düzeyinde olacaktır.

ülke vatandaşlarının zeka seviyesini ölçmek için yapılan bazı araştırmalarda, türk toplumun genel zeka seviyesinin, avrupa ülkelerine göre daha düşük olduğu gerçeği var. arzu edenler internet üzerinden bu konuyla ilgili araştırmaları görebilirler. hal böyle iken ben eğitim şart yerine zeka şart demeyi daha uygun buluyorum. ve işin acı kısmı, yazı genelinde belirttiğim gibi, zeka doğuştan kazanılan ve genler vasıtasıyla nesilden nesile aktarılan bir kazanım. yani, söz konusu haberlerin benzerlerini duyma ihtimalimiz, ne yazık ki gelecekte de mümkün olandır. tersi sürpriz olur.

mustafa kemal atatürk

neptune
Gücünü karakteri ve zekasından alan muazzam bir lider. Aynı zamanda gerçek bir devrimci. Muhtemelen tüm yaşantısı karşısına çıkan zorluklarla mücadele etmek ve onların üstesinden gelmek ile geçmiş. Bu yönüyle saygıyı fazlasıyla hak ediyor ve ne yazık ki söz konusu saygıyı göstermede, kendi ulusundan ziyade yabancı devletler çok daha özenli davranıyor. Her insan gibi eleştirilebilecek yanları olabilir ama şahsına yapılan saygısızlıklar kabul edilebilecek gibi değil.

demokrasi

neptune
demokrasi, gerek "ideal olarak kabul edilebilecek uygulanabilirliği", gerekse, "toplum geneline maksimum verimliliği sağlaması" açısından, söz konusu toplumun, "kişisel kalite ve eğitiminin" çok ileri düzeyde olmasını gerektiren bir idare biçimidir. gerçi bu demokrasi kavramının, sözlüksel tanımına çok uygun düşmemektedir. hatta neredeyse demokrasi kavramı ile örtüşmeyen bir görüştür. ancak pratikte, demokrasiyi; toplumdaki her bireyin, eşit oy hakkının bulunduğu seçimlerden ve bu seçim sonuçlarına göre, söz konusu toplumun idare ediliş biçimi olarak algılamak, pek çok zaman, acı sonuçları da beraberinde getirir.

demokrasiyi, zamansal süreç açısından çok hızlı bir şekilde ve toplumun çoğunluğunun, yeterlilik düzeyini göz ardı ederek uygulamaya geçirmeniz halinde, acı sonuçlar ile karşılaşmanız kaçınılmazdır. mustafa kemal atatürk'ün bu toplumsal gelişimi yeterli seviyede görmeyip (bir kaç kez bunu sınamıştır aslında) çok partili hayata geçmemesinin altında yatan ana gerekçe de, kuvvetli bir şekilde bu nedene dayanmaktadır demek mümkündür.

ancak burada da şöyle bir paradoks söz konusudur. ileri boyuttaki demokrasi anlayışı olmayan yerlerde, toplumun her bir bireyinin, maksimum seviyede kaliteli ve eğitimli olmasını beklemek, idarecilerin insiyatifine ve kabiliyetlerine bağlıdır. dolayısıyla demokratik bir idare biçimini savunmak için, öncesinde demokratik olmayan yöntemleri kullanmaya çalışmak, ister istemez sizi demokrat biri olmaktan uzaklaştığınız eleştirileri ile baş başa bırakır. nitekim mustafa kemal atatürk'e, bazı çevrelerce "tek adam" eleştirisi yapılması bu paradoksun bir sonucudur.

şahsi düşüncem; asıl meselenin, geleneksel toplum kültüründe yatmasıdır. geleneksel toplum kültürü, ağırlıklı olarak "muhafakazar" motiflerle dolu olan bir ülkenin, demokrasi kavramı ile kan uyuşmazlığı yaşaması kaçınılmazdır. günümüz toplum yapılarını göz önüne getirirsek, özellikle kuzey avrupa ülkelerinden ve a.b.d' den (ki abd konusunda eğitimli toplumdan ziyade iktisadi faktörler ağırlık kazanmaktadır) bir diktatör çıkması, neredeyse imkansızdır. ancak dünyanın geri kalan bölümünde, demokrasinin ileri seviyede uygulanabilirliği konusunda iyimser yaklaşmam, ne yazık ki olası değildir.

insanın en büyük enerjisi ve sorunu seks

neptune
Şüphesiz ki seks bir sorun değildir. Sorun insanların seks hakkındaki yaklaşım farklılıklarının büyüklüğünden kaynaklanmakta. Bu açıdan seks ile gelir dağılımı arasında doğrusal bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Yani gelir dağılımı nispeten dengeli olan ülkelerde seks doğal haliyle kabul edilmekte, yani sorun olmaktan çıkmakta. Ancak gelir dağılımında uçurum derecesinde farklılıklar yaşanan ülkelerde, seks konusu da, bir sorun haline getirilmekte.

Peşin edit: gelir dağılımı kavramını, kişi başına düşen milli gelir kavramıyla karıştırmayalım lütfen.
2

milliyetçi hareket partisi

neptune
öncelikle başlığın düzeltilmesi için moderasyona çağrıda bulunmak istiyorum. doğrusu "milliyetçi hareket partisi" dir "harekat" değil.

başlığı açan yazar arkadaşımızın verdiği link, söz konusu partinin tarihi çizgisini gözler önüne sermesi açısından gayet güzel bir özet içermiş. turancılık ve ülkücülük arasındaki farklılıklardan tutunda, türkçülük ile milliyetçilik arasındaki farkları belirtiyor olması açısından bence gayet başarılı bir yazı. bu nedenle favori listeme ekledim zaten.

eksik kalan bir nokta var ise o da büyük birlik partisi'nin (bbp), mhp içinden nasıl doğduğu ile ilgili kısımdır. yazıda belirtildiği gibi nasıl ki, türkeş ve grubu, ckmp'nin içinden çıkarken, ideolojik bir değişim gerçekleştirmiş, ve ırkçılık düzeyinde algılanmaya başlanan "türkçülük" kavramını, islam dini ve mezhepçi motifler ekleyerek bambaşka bir oluşum içine girmiştir, muhsin yazıcıoğlu ve arkadaşları da benzer bir şekilde, dini motifleri daha baskın olan bir ideoloji ile, mhp'ten koparak bby'yi kurmuşlardır. aradaki farklılık, alparslan türkeş'in ckmp'yi "bir anlamda ele geçirerek" mhp'ye dönüştürmeyi başarması, muhsin yazıcıoğlu'nun ise mhp'yi ele geçiremediği için, kendisine yeni bir parti kurmuş olmasıdır. burada ele geçirmek sözünü, parti içi kadrolaşma anlamında kullandığımı belirtmek isterim.

gelelim kendi düşünceme. açıkçası "salt ırkçılık" anlayışına dayanan ideoloji ile islami motifler ile süslenerek ortaya sunulan "milliyetçilik" ideoloji arasında şahsım için çok büyük bir fark yoktur. yani söz konusu iki ideolojiye de fersah fersah uzak durduğumu belirtmek istedim. yani, ateist olmama rağmen, içinde "islami ve mezhepçi" yaklaşımlar geçmiyor diye kendilerini "türkçü" olarak nitelendiren gruba veya insanlara karşı bir yakınlık duymuyorum. neticede ırkçılık da en az ümmetçilik ile süslenmiş milliyetçilik kadar, tehlikeli bir oluşumdur. kendilerini türkçü diye adlandıran bu gruba sempati beslemek, adolf hitler'in nazi partisine sempati beslemek ile eşdeğerdir benim için.

öte yandan, muhalif duruş anlamında olaya bakacak olursak, söz konusu "türkçü" kesimin, mhp'nin, iktidara ve dolayısıyla rte'ye karşı sergilediği tavırdan çok daha farklı bir konumda olduğu gerçeğini de göz ardı etmek olası değildir. yalnız söz konusu "türkçü" grubun muhaliflik açısından ortaya koyduğu tavrın temelinde, sadece "ümmetçi" yaklaşıma bir tepkiden ibaret olduğunu söylemek, sanırım yanlış olmaz. bu anlamda chp içindeki "ulusalcı" diye ifade edilen kanat ile benzer bir yönü olduğunu da eklemek isterim.

tekrar ediyorum, kendisini sosyal demokrat olarak tanımlayan biri olarak, benim için gerek türkçüler, gerek mhp, gerekse chp içindeki ulusalcı kanat arasında "çok büyük fark" bulunmayıp, her 3 ideolojinin düşünce sistemini de kendime oldukça uzak bulmaktayım. içinde "kürt milliyetçiliği" barındırdığını düşündüğüm için hdp'ye olan yaklaşımım da benzerdir.
3

fenerbahçe erkek basketbol takımı

neptune
biz fenerbahçe taraftarının, ne kadar övünse yetersiz kalacağı güzellikte ki bir takımdır. gerçekten, gerek tüm organizasyonlarda yaşadığımız "zirve heyecanları", gerekse bu heyecanların sonunda gelen şampiyonluklar anlamında, olağanüstü bir sezon geçirdik. avrupa kıtasında yer alan bir basketbol takımı için, bir sezonda yaşanabilecek tüm güzellikleri bize yaşatan, başta coach zeljko obradovic olmak üzere, kadromuzda bulunan tüm oyuncularımız, teknik ekibimiz, yönetim kadromuz, başkanımız aziz yıldırım ve tabii muhteşem taraftarımıza sonsuz teşekkürler. şüphesiz ki, tarihe adımızı altın harflerle kazıdık. söz konusu bu başarı, bizi sadece yurt içinde değil, yurt dışında da saygı duyulan bir takım haline getirdi. artık fenerbahçe avrupa basketbolunda bir marka haline geldi. marka haline gelmek ise, tek başına bu sezon ile alakalı bir durum değil. zira 3 sene üst üste euroleauge' de final four a kalıp, bunların ikisinde final oynayan ve birini kazanan bir takımdan söz ediyoruz. yani "tesadüfi" bir başarı yok ortada. aslında çok çok zor olsa da, her takımın euroleague şampiyonu olma ihtimali şüphesiz ki vardır. ancak marka olmak için bu başarının sürekliliği şarttır. işte fenerbahçe erkek basketbol takımının "gerçek başarısı" da burada yatmaktadır. şahsi fikrim, bu değeri daha uzun yıllara yaymak ve taşımak artık mümkündür ve demin saydığım mevcut tüm faktörler "kurumsal" bir niteliğe dönüştüğü için, gerisi de gelecektir. cska moskova, real madrid, olympiakos gibi marka değerini çok önceden yakalamış takımların yanında, artık fenerbahçemizin de yer aldığını bilmek başlı başına mutluluk kaynağıdır.

euroleague şampiyonluğunun keyfini sürmeye devam ederken, hemen akabinde ezeli rakiplerimizden beşiktaş ile karşılaştığımız, spor toto basketbol süper ligi final serisinde 4-0'lık net bir sonuç ile gelen dünkü şampiyonluk, kesinlikle ve kesinlikle çok önemli ve anlamlıdır. ve söz konusu keyfimize keyif katmıştır. açıkçası ezeli rakibimizin gerek sezon boyunca, gerekse final serisinde ortaya koyduğu mücadele de takdire şayandır. zira seriye başlamadan 1 hafta önce euroleague şampiyonluğu apoletini takmış bir takıma karşı, gerek basketbol şubelerine ayırdıkları bütçe farkı, gerekse "basketbol kültüründen" henüz nasibini almamış bir taraftar kitlesine sahip olmalarına karşın, takım olarak kelimenin tam anlamıyla, terlerinin son damlasına kadar mücadele etmişlerdir. karakterli bir takım duruşu sergilemeleri, final serisindeki tüm maçların dengeli bir pozisyonda geçmesine, ve seyir zevki açısından da, finale yakışır bir tablo ortaya çıkmasına neden olmuştur. nitekim serinin son 2 maçının normal süresi beraberlik ile tamamlanıp, uzatma süreleri sonucunda kazanan belli olmuştur. ve ikisinde de beşiktaş'ın önde olduğunu ve fenerbahçe'nin mucizevi geri dönüşler yaşadığının altını çizmekte fayda var. dünkü son maçın nasıl bir mücadeleye sahip olduğunu izleyemeyenler için, maçın 3.çeyreği ve sonrasının yer aldığı görüntüleri izlemekte fayda var ;



futbolu da çok seven bir taraftar olmama rağmen, basketbola duyduğum sevginin "spor sergi sarayının" açık dönemlere, dolayısıyla; calvin roberts'lı, paul dawkins'li, efe aydan'lı, erman kunter'li ve aytek gürkan'lı yıllara kadar dayandığını bilinmesini isterim.

basketbol, ana vatanı kabul edeceğimiz amerika birleşik devletleri haricinde, çoğu zaman için; komşumuz yunanistan, dağılan yugoslavya ve s.s.c.b topraklarında da futboldan daha fazla ilgi gören bir spor dalıdır. diğer ülkelerde ise takım sporları açısından futboldan sonra ikinci sıradadır demek genel olarak çok yanlış bir ifade olmaz. gerek futbolu, gerekse basketbolu yakından takip eden biri olarak; iki sporun, sporcu kimlikleri ve camia kıyaslaması açısından, oldukça farklı bir profil çizdiğini söylemem mümkündür. basketbolun daha elit bir kesime hitap eden spor dalı olduğu ve izleyici profilinin, kültürel açıdan daha eğitimli insanların takip ettiği bir spor olduğunu söylemek de çok yanlış bir tespit olmaz. elbette benim gibi hem futbolu takip edip, hem de basketbol sever olup, her iki tribünde de bulunabilen taraftarlar da mevcuttur. öte yandan futbola övgüler düzüp, basketbola burun kıvırmak, cehaleti savunmak ile eşdeğer bir kavramdır. zira dediğim gibi camia açısından bakıldığında, basketbol camiasının genel kalitesi, çok daha farklı bir konumdadır. ancak bu durum futbola da burun kıvırmayı elbette gerektirmez. neticede görsel açıdan hangisi sizi daha fazla tatmin ediyorsanız o yöne ilgi duyarsınız. bu tamamen kişisel bir tercih. aynı şey diğer spor branşları için de geçerli elbette. aynı şekilde başarı kıyaslaması yapmayı da doğru bulmadığımı ifade etmek isterim. her spor branşına, kendi içinde değerlendirmeyi gerektirir. bu nedenle, futbolda galatasaray'ın uefa kupası ve süper kupayı kazanmış olması ile fenerbahçe'nin euroleague şampiyonluğunu kıyaslamak, amasya elması ile diyarbakır veya adana karpuzu'nu kıyaslamak kadar abes ve gereksiz bir karşılaştırma yapmak demektir.

son olarak basketbolu ve fenerbahçe basketbol takımını, sadece spor olarak değil, başka nedenlerden dolayı bu kadar yakından takip etme nedenime gelince. aşağıda linklerini vereceğim videoları izlemenizi rica edeceğim. buram buram kalite kokan bu röportajlar bile, bu camianın geneline saygı duymak için, şahsım için yeterli bir nedendir ;



9

Ayak fetişi

neptune
bu başlıkta mı hata var yoksa ben mi yanlış biliyorum onu çözmeye çalışıyorum. literatürde "ayak fetişizmi" denilen bir kavram var evet. "ayak fetişisti" diye bir kavram da var, ayak fetişizmi olan kişilere verilen isimdir. ama "ayak fetişi" kavramı bana hatalı bir kullanım gibi geldi.

not : ayak fetişistiyim, ki ayakseverlik de dahil olmak üzere, çok genel anlamda kullanıldığı için ben de kendimi böyle tanımlıyorum. aslında ayak fetişizm ile ayakseverlik arasında da farklar bulunmakta, ama ayak ile ilgili cinsel konuların neredeyse büyük bir bölümü bu kavram içine dahil edildiği için ayak fetişistiyim demek daha anlaşılır oluyor. öte yandan "ayak fetişi" kullanımını cidden yadırgadım.

sigarayı bırakmak istememek

neptune
sürekli sigara içmek bir bağımlılıktır, önce bir onda anlaşalım. ben psikolojik olarak bağımlı olduğumdan eminim, fiziki olarak bağımlı mıyım onu hiç test etmedim. çünkü açılan bu başlıkta olduğu gibi hiç "sigarayı bırakmak istemedim".

isminizin harfleri ile çıkan en ideal kelime

neptune
Egom tavan. İki ismim var ikisini de çok seviyorum. Ancak çok daha sık kullandığım ilk ismimdeki harfler ile bırak ideali, kelime ortaya çıkarmak mümkün değil. Sadece ismim çıkıyor işte, daha ne olsun. İkinci ismimi ise bu başlıkta 'tequila" nickli yazar arkadaşımız yazmış zaten, merak eden onun entrysinden bulsun, gayet de güzel yazmış, tekrara gerek yok. tşkler adaş :)

Cenk - ???
1

soğuk savaşı doğu bloğu kazansaydı

neptune
şahsi görüşüm doğu bloğu dağılmış olsa da, "soğuk savaş" dediğimiz durum, hali hazırda devam etmektedir. bu dönemin başlangıcını, 2. dünya savaşı sonrası yakın aralıklarla kurulan nato ve varşova paktı organizasyonlarına dayandırsak bile (ki gerçekten öyledir zaten), varşova paktının çökmesi, aslında soğuk savaşın sona erdiğini değil, ideolojik anlamda şekil değiştirdiğini gösterir.

doğu bloğunun dağılmasıyla, kimileri dünyanın tek kutuplu (ideolojik olarak) kaldığını öne sürse de, ben olaya sadece ideolojik olarak bakmıyorum. kaldı ki sosyalizm ve komünizm zaten varlığı aniden ortadan kaybolacak ideolojiler değil. burada mesele dünya üzerinde gerek askeri, gerek ekonomik olarak söz sahibi olabilecek devletlerin sayısal varlığıdır. evet abd'nin süper güç olarak nitelendirilmesi gayet doğaldır. ama kanımca hala bu anlamda dünyadaki tek süper güç değildir. rusya'nın varlığını kim yabana atabilir ?. şayet normalde kuruluşundan beri kolay kolay bulaşmadığı veya ulaşamadığı ortadoğu toprakları üzerinde, bugün siyasi ve hatta askeri olarak, ciddi anlamda mevcudiyetini hissettirebiliyorsa, ortada hala var olan bir soğuk savaştan bahsetmek bence pek yanlış olmaz. dolayısıyla her ne kadar başlığı açan yazar arkadaşımız, doğu bloğunun çökmesini, soğuk savaşın bitmesi olarak algılamışsa da, ben "bütünüyle" kazanılmış veya kaybedilmiş bir "soğuk savaş" olduğu düşüncesinde değilim. ne zaman ki tüm dünya, tek bir devletin hakimiyetine girer, işte o zaman soğuk savaş dönemi gerçekten tam anlamıyla biter. mevcut şartlarda bunun gerçekleşmesi ise bana göre fazlasıyla zor gözükmektedir.

milliyetçilik

neptune
şimdi bazı arkadaşlar, tıpkı dini argümanlarda kullanıldığı gibi, "gerçek milliyetçilik" bu değil diyecektir ama, siyasi literatürde tanımı yapılmış bir kelime için, ekstradan milliyetçilik şu değildir, aslında budur gibi tanımlamalar içine girmek, beyhude çabalardır bence. yani çok basit bir örnek vereyim, elma diye br meyve var. sayısını bilmesem de çok çeşiti olan bir meyve bu. çoğu diğer meyve gibi. türleri, renkleri, boyutları, yetiştirildikleri coğrafyaları, tatları farklı olsa da, elma elmadır arkadaşlar. milliyetçiliğin de, farklı yorumlamalara açık olması veya öznel olarak yani kişilerin bakış açısına göre değişkenlikler göstermesi, onun siyasi literatürde, ya da sözlük tanımındaki açıklamasına ters düşemez.

mesela ben yaşadığım ülkeyi seviyorum demek, milliyetçilik değildir. zira milliyetçilik siyasi bir ideolojidir ve "içinde sevgi" kelimesini barındırmaz. sosyalizm de böyledir mesela. sizin sosyalist görüşü algılama biçiminiz ya da sosyalizmi seviyorum demeniz, sosyalizmi açıklamaya yetmez. bir ideolojiyi, bir görüşü benimsersiniz, doğru bulursunuz, başkalarından farklı yorumlarsınız ve hatta seversiniz vesaire ama, tüm bunlar öznel yaklaşımlardan öte bir anlam taşımaz. mustafa kemal atatürk'ün milliyetçiliğe bakış açısı ile winston churchill'in bakış açısı farklı olabilir ama, gerçek milliyetçilik budur dediğinizde, söz konusu kelimenin tanımına birebir olarak uyup uymadığınız önemlidir aslında. yani işin içine ben ülkemi seviyorum gibi bir cümle ile başlarsanız, bu sizi milliyetçi değil, ülkesini seven insan yapar sadece.

ben sözlüksel tanımına, ideolojinin çıkış noktası olan fransız ihtilaline bakınca, net olarak diyebilirim ki, milliyetçilik, kişişel dünya görüşüme ters bir siyasi ideolojidir. bu mustafa kemal atatürk'ü sevmediğim anlamına gelmez (malum 6 ilkesinden biridir) ancak o günün ortamı ne olursa olsun, bu konuda onunla aynı fikirde olmadığımı gösterir sadece.