confessions

iron

Admin  · 11 Mayıs 2016 Çarşamba

  1. toplam giri 738
  2. takipçi 352
  3. puan 22213

theta healing

iron
Theta,healing derin ve güçlü meditasyon ve dualarla evrendeki yaşam enerjisini kullanarak; bilinçaltı ve bilincinizdeki kısıtlanmış inançları değiştirebileceğiniz, vücudunuz içinde neler olduğunu görebileceğiniz, fiziksel ve duygusal her türlü öğretileri yükleyebileceğiniz, hayatınızda arzuladığınız her ne var ise yaratabileceğiniz bir yöntemdir. İnanılmaz derece güçlü, öğrenmesi kolay, çok yönlü bir tekniktir.Theta Şifası ile inanç, duygu, düşünce ve hayatımıza aldığımız deneyimlerde ani değişiklikler yapabilirsiniz. Fiziksel, duygusal ve ruhsal anlamda kendimizi iyileştirebilirsiniz.
www.fusunalkan.com

lan noluyor amk

iron
admin kafayı yemiş dedirten başlık. Hakkatten ne oluyor amk
bedava netflix izle tarzı tüm aramalarda birinci sırada olduğumuzdan site çökecek amk sitede anlık 200 - 300 kişi dolanıyor bari yazar olun lan
1

norm ender mekanın sahibi

iron
türkçe rapin son zamanlardaki popüler kültür esirlerine gönderme amacı taşıyan norm ender şarkısı. beğendim güzel olmuş haklı bir sitemde barındırıyor. şarkının ilk yarısı taklit ikinci yarısı gönderme içeriyor. Mekanın sahibi şarkı sözleri :
Sabah yaptım krep krep
Ne güzel oldu breh breh
Sardım yedip wrap wrap
Kafam düştü direkt direkt
Her yer olsada kezban tırrek
Yatamam evde yatak döşek
Çıktım dışarı açtım trap
Kafam şimdi fişek fişek
Oh yeah geceler
Cihangirli heceler
Elit foşik turistler
Sokaklar ve polisler
Viski döküp sevişelim
Natali diyor peşin alim
Dedim tamam hadi canim
Bizde küvet yok duşakabin

Oh yeah çılgın genç
Bu iş böyle Rolex Range
Sizin tayfa bitch bitch
Bizim tayfa rich rich

Keltoş babana koş
Trap böyle yapana hoş
La bebe koş la bebe coş
Siz windows ben macintosh
Mandingo Norm Ender
Benim kamış Dolce
Oturan diyor mor minder
Hater'larım O.Ç.

Yeah bu gece bu gece
Bizim böyle kafamız güzel
Bizim hep kafamız güzel
Böyle geziyo'z işte
Polisler hep peşimizde bizim
Polisler niye peşimizde?
Bebeler Bebeler

Popüler kültüre köle gibi yapış ama lafa gelince Marley, 2pac
Tabi yüzüne bir dövme demode bir Reggaeton'a bas autotune'u ol Lil Pump
Ama beni Hitler gibi kariyerimle tehdit eder Pozitif'ten Elif Cemal
Ben boyun eğmem soyunu disslerim çıldırtırım etnik faşistleri
Umrumda değil kuliste otlayan sürekli koklayan zifoslar
Ve beni dinler devrimci gençler, sizi yavşak lümpen Migos'lar
Kafası testis gibi sirk maymunları istiyorsa orman kanunları
O zaman güçlü zayıfı ezecek size yok sosis salam şırdan şırdan

Hey hey hadi bakalım
Gucci Gang Gucci Gang nasıl yapalım?
Mekanın sahibi geri geldi
Bebeleri pistten alalım alalım
Hey Hey hadi bakalım
Marry Jane Marry Jane nasıl yapalım?
Mekanın sahibi geri geldi
Bebeleri pistten alalım alalım

Özgürlük deyip uyuşmayın
Basını tizini sesisi açın
Hip Hop'u bok edecekseniz eğer
Polisten değil siz benden kaçın
(Run!
Kraldan Kaçın
Sülalen için
Hıdıdı hıdıdı al bitch!

tibet

iron
Çin'deki Tibet Platosu'nun çoğunu kapsayan bir bölgedir. Tibet halkının geleneksel anavatanınınyanı sıra Monpa , Tamang , Qiang , Sherpa ve Lhoba halkları gibidiğer etnik grupların olduğuve şu anda önemli sayıda Han Çinli ve Hui insanının yaşadığı. Tibet, ortalama 5.000 m (16.000 ft) yükseklikte bulunan, Dünya'daki en yüksek bölgedir. tibet özerk bölgesi, tibet nerede, tibet nüfusu, tibet yüzölçümü, tibet çin, tibet nerde, tibet ülkesi, tibet özerk bölgesi nüfus, gibi soru soranlar için; Tibet'teki en yüksek kot , dünyanın en yüksek dağı olan ve deniz seviyesinden 8,848 m (29,029 ft) yükselen Everest Dağı'dır.
Tibet İmparatorluğu 7. yüzyılda ortaya çıkmış, ancak imparatorluğun çöküşünden ile bölge yakında çeşitli bölünmüş toprakları . Batılı ve merkez Tibet'in ( Ü-Tsang ) çoğunluğu en azından Lhasa , Shigatse veya yakın konumlardaki bir dizi Tibet hükümeti altında nominal olarak birleşti ; Bu hükümetler çeşitli zamanlarda Moğol ve Çin'in gözetimsizliği altındaydı . Böylece Tibet , Tibet liderlerine verilen makul özerklikle Moğol ve daha sonra Nanjing ve Pekin'deki Çinli yöneticiler için bir durgunluk olarak kaldı Kham ve Amdo'nun doğu bölgelerisık sık Chamo Muharebesi'nden sonra Çin egemenliği altına daha doğrudan düşen, bir dizi küçük prenslik ve kabile grubu arasında bölünmüş, daha adem-i merkeziyetçi bir yerli politik yapıya sahipti; Bu alanın çoğu sonunda Sichuan ve Qinghai'deki Çin eyaletlerine dahil edildi. Tibet'in mevcut sınırları genellikle 18. yüzyılda kuruldu. Çince 西藏 şeklinde yazılır.

futbolun popülerleşmesinin nedenleri

iron
David Goldblatt, dünya futbol tarihi üzerine yaptığı ayrıntılı bir çalışma olan „Ball Is Round‟ (Top Yuvarlaktır), adlı kitabına, 'futboldan daha küresel bir kültürel pratik var mı?' sorusunu sorarak başlamaktadır. Bu sorunun devamında Goldblatt, soruya olumsuz cevap verebilmek adına çeşitli örnekler sıralamaya başlar. Mesela doğum, ölüm, evlilik gibi olaylar, dünyanın her yerinde gerçekleşmektedir.

Bunları her kültürde, farklı ritüellere sahne olmaktadır. Dinler içerisinde en yaygını olan Hıristiyanlık, Avrupa ile Amerika kıtalarının hemen hemen tamamına yayılmış olmasına rağmen Orta Doğu‟da, Kuzey Afrika‟da ve Asya‟da sadece kısmî bir nüfuza sahiptir. Matematikte ve fen bilimlerinde aşağı yukarı evrensel bir dil kullanılmaktadır ama bu dile sadece belli bir okuryazarlık seviyesindeki kişiler ulaşabilmektedir. Amerikan kültür endüstrisinin başlıca ürünleri olan McDonald‟s ve MTV‟ye de parayla erişilebilmektedir. İlki için doğrudan para harcamak gerekirken, ikincisi içinse önceden uydu anteni veya televizyon gibi çeşitli yan ürünlere maddi bir yatırımda bulunmuş olmayı gerektirmektedir.

Goldblatt ile birlikte aynı görüşleri paylaşan bir başka yazar da Pascal Boniface‟tır. Boniface tamamen futbolun küreselleşme olgusu üzerine bir kitap yazmış (Futbol ve Küreselleşme) ve o da kitabının girişinde futbol için, futbol küreselleşmenin son evresidir ifadesini kullanmıştır. Boniface bu konudaki örneklemelerine, Goldblatt‟a kıyasla biraz daha farklı bir açıdan başlar. Futbolu bir İmparatorluğa benzeten Boniface, tarihteki büyük imparatorlukların yayıldıkları coğrafyaların genişlikleriyle, futbol imparatorluğunun yayıldığı coğrafyanın genişliğini kıyaslar. Boniface‟ın örnek olarak verdiği Roma, Şarlken (Kutsal Roma Cermen), Moğol ve Napolyon imparatorluklarının hepsi, belli bölgelerle sınırlı imparatorluklardır. Mesela Roma İmparatorluğu ağırlıklı olarak Akdeniz çevresinde yerleşmişken, Napolyon İmparatorluğu‟nun yayıldığı alan da Avrupa‟yla sınırlı kalmıştır.öz konusu örnekler çoğaltılabilir. Sözgelimi Osmanlı İmparatorluğu üç kıtaya birden yayılmıştır, tıpkı Roma İmparatorluğu gibi, fakat kapsadığı alan, Batı Avrupa‟ya girememiş olması nedeniyle, Roma‟nınkinden daha azdır. Yeni Çağ‟da sömürge imparatorluklarının kurulmuş olması da bu tabloyu değiştirememiştir. İspanyollar, sömürgeciliğin ilk dönemlerinde Amerika kıtasında büyük bir hâkimiyet kurmuşlarsa da, Afrika ve Asya‟da herhangi bir etkilik gösterememişlerdir.

Güney Amerika‟da bugünkü Brezilya, Afrika‟da da bugünkü Angola ve Mozambik çevresini sömürgeleştiren Portekizliler ise Asya‟ya gelindiğinde sadece Doğu Hint Adaları‟nda ufak birkaç koloni kurmaktan öteye gidememişlerdir Daha sonraları Fransızlar ve özellikle İngilizler, belki dünya haritası üzerinde çok daha geniş bir yer işgal etmişlerdir ama yine de futbolun bugün en popüler spor konumunda olduğu ülkelerin toplam yüzölçümlerine erişememişlerdir. Boniface, günümüzün küresel imparatorluğu olarak addettiği ABD‟nin de stratejik açıdan dünyanın her yerinde olduğunu ama etki alanı ve popülarite açısından futbolun kesinlikle gerisinde kaldığını vurgulamaktadır.

Futbolun dünyanın neredeyse dört bir yanına yayılmış olması, akıllara hiç şüphesiz “neden başka bir spor dalı değil de futbol?” sorusunu getirmektedir. “Bromberger‟ye göre futbolun öteki sporlar karşısındaki üstünlüğünün en önemli nedeni basitliğidir. Bromberger‟nin bu sözüyle kastettiği birkaç durum vardır. Bunların ilki, futbolun hemen her yerde oynanabilmesidir.

Gerçekten dünyanın çeşitli coğrafyalarından farklı insanların futbol oynarlarken çekilmiş fotoğrafları şöyle bir göz önüne getirildiğinde, Bromberger‟ye hak verilmemesi mümkün değildir. Avrupa‟daki pırıl pırıl bir şehrin yemyeşil parklarında da, Brezilya‟nın alabildiğince uzanan geniş kumsallarında da, Afrika‟da bir çölde kurulmuş olan bir köyün meydanında da, İskandinavya‟nın kışın buz tutan göllerinin üzerinde de, tıklım tıkış bir metropolün banliyölerinin daracık ara sokaklarında da futbol oynanmaktadır.

Futbolu basit kılan bir başka unsursa, futbol oynamak için gerekli malzemelerin basitliğidir. Öyle ki futbolun az önce sayıldığı gibi hemen her yerde oynanabilmesinin temel nedeni de budur. Futbol oynamak için öncelikle bir top gereklidir ama oynanacağı topun resmi ölçülerde olmasını en az gerektiren sporun belki de futbol olması dolayısıyla, oynanacak topun bulunması çok da zor olmaz.

Son cümleyi biraz daha açıklamak gerekirse, örneğin basketbolda top sürme hareketi tamamen topun yerde sektirilmesine dayalı olduğu için, oynanacak olan topun, sahici basketbol topları gibi kauçuk esaslı olmasa bile en azından yerde sekecek esneklikte bir maddeden (lastik gibi) yapılmış olması gerekmektedir. Ayrıca topla yapılan sporların birçoğunda, oyunda kullanılan tek aksesuar top değildir. Mesela tenis ve masa tenisi gibi sporlarda topa vurmak için bir raket, beyzbol ve kriketteyse „bat‟ adı verilen bir sopa kullanılmaktadır. Buna karşın tekmelenebilecek ağırlıkta ve boyutta olan ve yuvarlanabilen hemen her türlü cisimle futbol oynanabilmektedir. Burada „cisim‟ sözcüğünün altını çizmek lazım, zira insanların zaman zaman uygun bir top bulamayıp bunun yerine konserve kutusu veya portakal gibi farklı nesnelerle futbol oynamalarına da şahit olunmaktadır.

Görüldüğü gibi futbol, temel oyun malzemesinin en kolay sağlandığı sporların belki de başında gelmektedir. Ayrıca oyundaki tamamlayıcı malzemelerin kolayca sağlanabilmesi bakımından da futbolun diğer birçok spora göre belirgin bir üstünlüğü bulunmaktadır. Burada tamamlayıcı malzemeden kasıt, oyunun oynandığı temel malzeme (top, raket, sopa, vs.) dışında, oyunun belli bir karakteristik özelliği olarak ortaya çıkan ve genellikle de oyundaki skor olgusunun şekillenmesinde belirleyici bir rol oynayan araçlardır. Futboldaki kale, basketboldaki çember, voleybol ve tenisteki file gibi…

Bunlar arasında yapımı en basit olan da futbol kaleleridir. Nitekim insanların kendi aralarında eğlenmek için yaptığı futbol maçlarında çoğu zaman kalenin sınırlarının, kale direği niyetine kullanılmış iki taşla tayin edildiğine rastlanmaktadır. Yeri geldiğinde bu kale direklerinin yerini bir ağaç da alabilir, bir bahçenin çitini oluşturan direklerden biri de… Oysa basketbol oynamak için bir çember yapmak gerektiğinde, bir sokakta veya boş bir arazide insanın hemen karşısına çıkabilecek ve çember yapılmasını sağlayacak bir malzemeye rastlanma olasılığı çok düşüktür. Voleybol ve tenis için de bir fileye ve oyun alanının sınırlarını belirleyecek çizgilere ihtiyaç vardır ki bunun için bulunabilecek en pratik çözüm bile herhalde uzunluğu en az birkaç metreyi bulacak bir ipten oluşmaktadır.

ikinci dalga feminizm

iron
Merkezinde oy hakkı ve eğitim hakkı mücadelesinin yer aldığı birinci dalgadan sonra 1960'ların ikinci yarısında başlayan ve yeni feminizm olarak da anılan ikinci dalganın farkı, kadın-erkek eşitliği perspektifinin ötesine geçerek, bizzat bu eşitliği sağlamanın ancak patriarkal sistemin aşılmasıyla mümkün olacağını öne sürmesidir. Bu yeni feminizm, birinci dalganın çalışma hayatına ve yurttaşlığa ilişkin eşitlik taleplerini sürdürmekle birlikte gündemine yeni sorun kümelerini dâhil eder: Cinsellik, beden, kadınlara yönelik şiddet ve kadınların görünmeyen ev emeği bunların başlıcalarıdır. “Özel (kişisel) olan politiktir!” sloganıyla feministler o güne kadar politika-dışı olarak görülen sorunları politikleştirdiklerini ilan ettiler. Evlilik-içi tecavüz, kadınların görünmeyen ve karşılıksız emeği, işyerinde taciz gibi yeni adlandırmalarla, kişisel ilişkilerin ve özel alanın doğallaştırılagelmiş çeşitli boyutları üzerindeki doğallık peçesi böylece sıyrılır; kadın-erkek ilişkilerinin bu veçheleri sistematik bir hâkimiyet ilişkisinin çeşitli boyutları olarak kavramlaştırılmaya başlanır. İkinci dalga feminizmin bir ilkesi de erkeklerden ayrı örgütlenmek ve faaliyetlerinin büyük bölümünü erkeklere kapalı olarak sürdürmektir. Ezilenlerin kurtuluşunun ancak kendi mücadelelerinin eseri olacağı bilgisinden hareketle geliştirilen bu ilkeyle, hem erkeklerin kadınlar adına konuşmasının önü alınmış olur, hem de bizzat mücadele süreci kadınların kendilerini dönüştürdükleri bir süreç haline gelir. İkinci dalga feminizmin kadınların kurtuluş mücadelesinin örgütlenme ilkelerine yaptığı bir başka katkı ise, hiyerarşik olmayan, esnek, küçük gruplar anlayışıdır. Bu ilke kadınların ezilme biçimlerinin çeşitliliğinden kaynaklanır: Kadınların tümü bir toplumsal egemenlik ilişkisinin tarafıdırlar, ama bu ezilmeyi farklı farklı biçimlerde yaşarlar, dolayısıyla da öncelikleri farklıdır. Kadınların patriarki (ataerkil toplum yapısı) içindeki somut konumlarını ve ezilme biçimlerini belirleyen bir yandan sınıfsal/ulusal/ırksal aidiyetleridir. Bunun dışında, cinsel yönelimleri, evli olup olmadıkları, anne olup olmadıkları, tam zamanlı ev kadınlığı yapıp yapmadıkları da tayin edici etmenlerdir. Bu çeşitliliği hiyerarşik, merkezi, geniş bir yapıda, temsile dayalı bir ilişki biçimiyle kucaklamak mümkün değildir. Bu çekirdek yapıların birlikte davranması kampanyalar ya da koordinasyonlar aracılığıyla sağlanır.

Birinci dalga feministler kadınların erkeklerle eşit ve aynı olduğuna vurgu yaparak eşit haklar talep etmiştir. Örneğin kadınlarda aynı erkekler gibi akıl sahibidir, eğitim hakkına sahip olduklarında eğitilip topluma yararlı olabilirler derken kadın ve erkeğin insan olarak aynı benzer özelliklere sahip olduğunu vurgulamıştır. Oysa ikinci dalga feminizmin bir diğer önemli tespiti kadınların gerek kendi içinde gerekse erkeklerden farklı olduğunu, farklı toplumsal, sınıfsal ve cinsiyet grupları olduğunu dile getirmiştir. Bu nedenle zengin ve yoksul kadınların sınıf farkı nedeniyle, siyah ve beyaz kadınların ırk nedeniyle, eğitimli ve eğitimsiz kadınların toplumsal statü nedeniyle farklı baskı ve ezilme pratiklerine tabii tutuldukları vurgulanmıştır. Bu nedenle kadınları farklı sınıf, ırk, eğitim ve konuma sahip kadınlar olarak genel sorunların yanı sıra sınıf, ırk, statü gibi kadınları ezen diğer sorunlarla da mücadele etmeye çağırmıştı

kadın hakları mücadelesi ve feminizmin doğuşu

iron
18. Yüzyılda insan ve yurttaş hakları beyannamesinin açıklanmasının hemen ardından kadınlar diğer ırka mensup, yoksul yurttaşlar gibi kendi hem cinslerinin de insan hakları kavramından dışlandıklarını çabuk fark etmişlerdir. Dönemin Fransız ve Amerikan insan hakları belgelerinin sadece 'beyaz-burjuva-erkek'ler için geçerli olduğunun bilincinde olan kadınlar bu duruma sessiz kalmamışlardır. Hatırlanacağı gibi Fransız devriminin 'erkeğin haklar'ı isimli Beyannamesi kadınları içermemesi nedeniyle Olympe de Gouge tarafından eleştirilmiş ve Kadın Hakları Deklerasyonu (1790) adıyla yeni bir hak beyannamesi yazılmıştır. İngiltere Sanayi Devrimi sürecinde ise Mary Wollstonecraft Kadının Haklarının Gerekçelendirilmesi (1792) adlı çalışması ile erkek egemen hak söylemine itiraz etmiştir.
(bkz:Birinci Dalga Feminizm)
Tarihin uzun bir dönemi boyunca nüfusun %50'sini oluştursa bile dönemin güç ilişkileri içinde ağırlığı olmayan kadınlar seslerini duyuramamışlardır. Sanayi devriminin gerçekleşmesi ile iş hayatında sınırlı da olsa kendine yer bulan ve ekonomik özgürlüğünü kazanan kadınlar Modernleşme sürecinde bu gün hala kadınların yararlandığı bazı hakların elde edilmesi için kadın hakları mücadelesini yükseltmişlerdir. Kamusal alanın erkek merkezli olduğu, ataerkil kültürlerin egemen olduğu bu süreçte kadının 'özel alan' olan ev içine hapsedilip kamusal alana çıkmasının önündeki engellerle mücadele etmeyi hedefleyen çabaları Birinci Dalga Kadın Hareketini ortaya çıkarmıştır. Bu hareketin amaçları kamusal alanın kadınlara açılması, kendisinden seçme hakkı bile esirgenen kadınların siyasal egemenlik hakkına ortak olup seçme seçilme ve karar vericiler arasında yer alması, kadınların erkeklerle eşit yasal haklara özellikle eğitim hakkına kavuşması gibi temel hak ve özgürlüklerden ayrımcılığa uğramadan eşit bir şekilde yararlanmaktır. Birinci dalga feminizm olarak da adlandırılan bu süreç, özünde kadınların sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuki eşitlik taleplerini seslendirdikleri bir mücadele sürecidir. 1700lerin ikinci yarısında ortaya çıkan ilk itirazlar 1800lü ve 1900'lü yıllarda artarak sürmüştür. Bu gün Liberal Feminizm olarakta adlandırılan bu yüzyıllar boyunca kadınlar erkeklerle eşit haklara sahip olma mücadelesini sürdürmüş bireysel haklarını kazanmak için bedeller ödemişlerdir. Örneğin, Frances Wright, Eğitim Hakkına vurgu yapar ve kadın-erkek arasındaki eşitsizliğin eğitim farkından kaynaklandığı üzerinde durur böylece cinsiyetin bir inşa olduğu fikrinin ilk kıvılcımını çakar. Sarah Grimke, çağdaşı liberal kadın hakları savunucuları ile kıyaslandığında Radikal bir kadın hareketi savunucusudur. Feminizm ile anti- ırkçı düşüncenin kesişme noktasını ilk fark eden kişidir. Köleliğin kaldırılması için mücadele eden ilk insan hakları savunucularındandır. Ayrıca kadınların siyasal temsili ve özel alan gibi hala tartışılmakta olan birçok konuyu ilk kez tartışmaya açmıştır. Öte yandan temelde kadınların oy hakkı, siyasal hayatta temsili, eğitim hakkı, kamusal hayata katılım talepleri ve eşitlik talebine yoğunlaşan Liberal nitelikli birinci dalga feministler arasında yer alan (bkz:Elizabeth Santon) Ve (bkz:Susan Anthony) de dönemin önemli isimleri arasındadır.

kadın hakları

iron
KADIN HAKLARI VEYA KADININ İNSAN HAKLARI İnsan hakları, kadınlar, erkekler ve çocukların insan olmaktan kaynaklanan herkesin eşit derecede sahip olduğu evrensel haklardır. Bu durum İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (İHEB) ikinci maddesinde şu şekilde düzenlenmiştir: “Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir.” Avrupa Konseyi'nin geliştirdiği ve dünyanın ilk bölgesel insan hakları düzenlemesi olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin birinci maddesi de taraf ülkelerde yaşayan herkesin Sözleşmede vurgulanan temel hak ve özgürlüklerden eşitçe yararlanma hakları olduğunu vurgulamaktadır. İlk insan hakları belgeleri kadın, erkek, çocuk, yetişkin, engelli ve engelsiz ayırımı yapmaksızın eşitlikçi bir temelde insan haklarını kabul etmişlerdir. İHEB birinci madde bu durumu “Bütün insanlar onur ve haklar bakımından eşit ve özgür doğarlar “ diyerek düzenlemektedir. Fakat zamanla uluslararası toplum bu eşitlikçi anlayışın dezavantajlı ya da hassas grupların haklarını tam olarak koruyamadığını fark etmiştir. Bunun için kadın hakları, çocuk hakları, azınlık hakları ve engelli hakları gibi yeni ve özel bir takım insan hakları düzenlemeleri yapmışlar. Bu düzenlemeler temelde var olan ayrımcı uygulamalarla mücadele şeklindedir. Kadına karşı ayrımcılık BM Sözleşmesinde “kadınların medeni durumlarına bakılmaksızın ve kadın ile erkek eşitliğine dayalı olarak politik, ekonomik, sosyal, kültürel, medeni ve diğer alanlardaki insan hakları ve temel özgürlüklerinin tanınmasını, kullanılmasını ve bunlardan yararlanılmasını engelleyen veya ortadan kaldıran veya bunu amaçlayan ve cinsiyete bağlı olarak yapılan herhangi bir ayrım, mahrumiyet veya kısıtlama anlamına gelecektir.” İfadesinin de vurguladığı gibi kadın hakları her türden mahrumiyetin giderilmesini amaçlar.

kamu diplomasisi

iron
Kamu diplomasisi, bir hükümetin, başka bir ulusun halkını ve aydınlarını, bu ulusun politikalarını kendi avantajına döndürmek amacıyla etkilemeye çalışmasıdır. Kamu diplomasisi, bir ulusun kendi ideallerini, hedeflerini ve politikalarını, yabancı ülkelere, farklı kültürlere anlatma amacını taşıyan faaliyetler bütünüdür, bir iletişim sürecidir. Ayrıca kamu diplomasisi tek boyutlu ve tek yönlü bir iletişim türü değildir, çok boyutlu ve çok yönlü bir etkileşimi gerek- tirmektedir. Kamu iletişiminin bu özelliğini Gifford Malone, şu şekilde belirtmektedir: “…eğer kendi toplumumuzu ve politikalarımızı anlatmak istiyorsak, öncelikle iletişime geçmek istediğimiz halkın kültürünü, tarihini, psikolojisini ve özellikle de dilini öğrenmeliyiz.”

Kamu diplomasisi, “bir hükümetin açıkça yabancı kamuoyu oluşturma, ulusal hedeflere, çıkarlara ve amaçlara ulaşmak için yapılandırılmış doğru bilgiyi yayma girişimidir.”

Kamu diplomasisi kavramı ilk kez 1965 yılında Tufts Üniversitesi'nden Edmund A. Gullion tarafından kullanılmıştır. Gullion'a göre kamu diplomasisi, “halkların tutumunun, dış politikanın oluşumu ve yürütülmesine yaptığı etki ile ilişkilidir. Kamu diplomasisi, uluslararası ilişkilerin geleneksel diplomasi dışındaki alanlarını kapsamaktadır; hükümetler tarafından yabancı ülkelerde kamuoyu sağlanması, özel kuruluşların diğer ülkelerinkilerle etkileşimde bulunması, dış ilişkilerin aktarımı ve bunun politika üzerindeki etkisi, diplomatlar ve yabancı meslektaşları arasında iletişim sağlanması ve kültürler arası iletişim süreci gibi…”

Aslında ilk kamu diplomasisi uygulamaları on yedinci yüzyıla kadar götürülebilmektedir. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda Fransa kültürü tüm Avrupa tarafından tanınmış, Fransızca diplomasi dili haline gelmiştir. Fransız Devrimi ile getirilen değerler, Fransa'nın imajına olumlu katkılarda bulunmuştur. İtalya, Almanya ve diğer bazı ülkeler de deniz aşırı ülkelere kültürlerini tanıtmak için birtakım kuruluşlar oluşturmuşlardır.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında ülkeler, yumuşak güç oluşturma çabalarına hız vermişler ve bu amaçla devletlerin birçoğu propaganda amaçlı ofisler kurmuşlardır. Diplomatik amaçlar için bilgi ve kültürü kullanma konusunda ilerleme sağlanmaya çalışılmıştır. ABD'de 1920'li yıllarda radyonun bulunması, devletlere yabancı dilde yayın yaparak davalarını yabancı kamuoyuna duyurma fırsatı sağlamıştır. Radyolar, İkinci Dünya Savaşı boyunca da önemli rol oynamışlardır. Bu dönemde, Hollywood yapımları da etkili propaganda araçları haline getirilmeye çalışılmıştır.

Kamu diplomasisinde artık hükümetlerden ziyade, hükümet dışı kurum ve kuruluşlar, devlet temsilcileri değil, kamuoyunu etkileyebilen, yönlendirebilen lider vasıflı kişiler ön plandadır. Bu bağlamda değerlendirildiğinde de, kamu diplomasisi, bir ülkenin başka ülkelerdeki imajını iyileştirmek amacıyla kültürel alışverişlerin ön planda olduğu faaliyetler bütünü olarak düşünülebilir. Kamu diplomasisini, karşılıklı akademik çalışmaların yapıldığı, ilişkilerin devlet ve/veya hükümet temsilcileri tarafından değil, hükümet dışı birtakım kişi ve/veya kurumlar tarafından yönetildiği bir ilişkiler bütünü olarak görmek gerekmektedir.

Kamu Diplomasisinin Gelişimi ve Ortaya Çıkış Süreci
Her ne kadar ilk kamu diplomasisi uygulamaları on yedinci yüzyıla kadar uzanıyorsa da, bu alandaki uygulamaların somut izleri ağırlıklı olarak Soğuk Savaş yıllarında görülmektedir. Batılı değerlerin ve Batı'nın 'kurallarının' 'Demirperde' olarak tabir edilen Doğu Avrupa ülkelerine yayılmasına yönelik ikna faaliyetlerini, kamu diplomasisine örnek olarak göstermek mümkündür.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kamu diplomasisi faaliyetlerinin önem kazanmasının altında yatan en önemli neden, iletişim alanında yaşanan gelişmelerdir. Özellikle iletişim devrimi sonrasında radyo, televizyon, faks ve sonrasında internet gibi teknolojiler, sıradan insanların hayatına hızla girmişler ve bu vesileyle dünyanın her- hangi bir bölgesinde olan bir gelişme, bir olay, anında, dünyanın tüm yüzeyine yayılabilir hale gelmiştir. Bu vesileyle insanlar, kendi ülkelerinin dışında da olan bitenleri iletişim araçları vasıtasıyla anında öğrenebilmektedirler. Artık geniş kitleler bilgiye kolayca erişebilmekte, bu da dolaylı olarak kamuoyuna verilen önemin artmasına neden olmaktadır. Yani artık ülkeler, politika oluştururken ve uygulama aşamasında kamuoyu faktörünü de önemsemek durumundadırlar. Kamuoyu, artık önemli bir güçtür, gözardı edilmemesi gereken bir güç. Uluslararası ilişkilerde, hükümetlerin karar ve hareketlerini etkileyen önemli bir faktör haline gelmiştir.

Ayrıca, 1948-64 yılları arasında 47 yeni ülke kurulmuş, bu ülkeler, uluslararası kamuoyu açısından, kamu diplomasisinin hem hedefi, hem de kaynağı olarak ortaya çıkmışlardır. Kamuoyunu oluşturan bakış açıları, kanaatler, gerçeklik kadar önem taşımaktadır. Eğer insanlar birşeyin gerçek olduğunu düşünüyorlarsa, bu, gerçek gibi kabul edilmektedir. Dünyanın pek çoğu için farklı kaynaklardan nesnel bilgi almanın mümkün olmadığı düşünülürse, bu alanın doldurulmasının ne kadar önem taşıdığı daha iyi anlaşılabilmektedir.

Kamu diplomasisinin tarihsel süreç içerisinde geçirdiği evrime göz attığımızda, bu alandaki uygulamaların 80-90'lı yıllarda kesintiye uğradığı görülebilmektedir. Her ne kadar Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasına kadar olan süreçte, yani Soğuk Savaş koşullarında ülkeler, kendi ideolojileri doğrultusunda kamu diplomasi faaliyetlerinde bulunmaya çalışmışlarsa da, bu uygulamaların Soğuk Savaş sonrasında daha fazla yoğunlaştığını söylemek mümkündür.

Soğuk Savaş dönemi ve Soğuk Savaş sonrası ülkelerin içinde bulundukları koşullar son derece farklı olduğu için, uygulanan kamu diplomasi faaliyetleri de belirgin bir şekilde farklılık içermektedir. Örneğin Soğuk Savaş koşullarında uygulanan kamu diplomasi faaliyetleri 'ikna' odaklı iken, (Batı'ya eklemlenme, Batı gibi olma, Batılı düşünce biçimini benimseme gerekliliği vs.) Soğuk Savaş sonrası oluşan yeni dünya sisteminde kamu diplomasi faaliyetlerinin mahiyetinde ve uygulanmasında da belirgin farklılıklar vardır. Eskiden 'ikna' yöntemi ön planda iken ve bu doğrultuda tek yönlü iletişim çalışmaları söz konusuyken, propaganda, devletlerin ve/veya hükümetlerin başvurdukları en önemli kamu diplomasi aracıydı. Bu bağlamda da günün koşullarında yürütülen kamu diplomasi faaliyetleri için 'katı yaklaşım'ın uygulandığını söylemek mümkündür.

Katı yaklaşım, kamu diplomasisinin amacını, ikna ve propaganda yöntemini kullanarak, dış kamuoyunun davranışlarını etkilemek olarak ortaya koymaktadır. Katı yaklaşım çerçevesinde, siyasal bilgilendirme faaliyetleri genel olarak radyo, televizyon, gazete, dergi gibi araçlarla, kısa dönemli siyasal sonuçları almaya yönelik ikna araçlarını kullanarak yabancı izleyici/dinleyicilerin tutumlarını değiştirmeye yönelik bilgilendirme çalışmalarını içermektedir.

Esnek yaklaşım ise bilgi ve kültürel programların, uzun dönemli ulusal amaçlara yoğunlaşarak dış politika amaçlarının önünü açacağını ifade etmektedir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde de, kamu diplomasisi, karşılıklı anlayış sağlamayı amaçlar. Kültürel etkileşim, akademik ve sanatsal değişimler, filmler, sergiler, gösteriler organize etmek, karşılıklı dil eğitimi programları aracılığıyla ülkeler arası bilgi, fikir, kültür alışverişinde bulunma gibi faaliyetleri kapsamaktadır. Bu tür etkinliklerde sonuç uzun süre sonra alınır ancak daha etkin, daha sağlıklı bir kültürel alışveriş platformu oluşturulmuş olur.

Bu çerçevede değerlendirildiğinde siyasal bilgilendirme faaliyetlerinin daha arka planda olduğunu, bu alanın özellikle başbakanlık, dışişleri bakanlığı gibi kamu kurum ve kuruluşları tarafından yürütüldüğünü, kültürel iletişim faaliyetlerinin ağırlıklı olarak kamu diplomasisi uygulamalarında ön planda tutulduğunu belirtmek gerekmektedir. Esnek yaklaşım denilen faaliyetler kapsamında ise kültürel iletişim faaliyetlerini düşünmek gerekmektedir.

Geleneksel kamu diplomasisinin temel aktörü devletler iken, yeni kamu diplomasisi anlayışında devlet dışı pek çok aktör, kamu diplomasisinin kaynağı olarak ortaya çıkmaktadır. Bir ülkenin kamu diplomasisi uygulayıcıları, o ülkedeki pek çok aktör ve kurumun faaliyetleri ile gerçekleşmektedir; sanatçılar, sanatsal aktiviteler, müzik kanalları, organize edilen konserler, sivil toplum, politikacılar, akademisyenler, siyasi partiler, yazarlar, yayıncılar, üniversiteler, gazeteciler, medya grupları, iş adamları, şirketler, dini ve siyasi liderler, dini ve siyasi gruplar vs.'dir. Bu çerçeveden değerlendirildiğinde geleneksel diplomasi ile kamu diplomasisi arasındaki en büyük farkın, kamu diplomasisinin uygulayıcılarının, az önce de belirtildiği gibi, çok farklı çıkarlara sahip çok fazla sayıda grubu ve çok çeşitli çıkarları içeriyor olmasıdır.

Geleneksel kamu diplomasisinin ön plana çıkan iletişim araçları radyolar ve basılı materyallerken, 21. yüzyıl kamu diplomasisi anlayışının öne çıkan araçları, internet ve uydular aracılığıyla gerçekleşen naklen yayıncılık olarak ortaya çıkmaktadır. Çıkarlara yönelik mesaj iletmenin yerini, ilişki kurmak almıştır.

Kamu Diplomasisi Faaliyetlerinin Amaçları
Küreselleşme denen olgunun tüm varlığıyla dünya ülkelerini etkisi altına alması ve sonrasında ekonomik, siyasal, kültürel ve toplumsal alanda yaşanan değişim ve dönüşümler, ülkelerin yeni oluşan sisteme ayak uydurabilmek adına, birtakım önlemleri almaları gerektiğini ortaya çıkarmıştır. 21. yüzyıl kapitalist sisteminin vahşi yapısı, ülkelerin uyguladıkları politikaları etkilemekte, ülkeler arası hassas dengeler, içinde bulunulan koşullara göre her an değişebilmektedir. Uluslararası sistemin bu hassas yapısı, ülkelerin kendilerini dışarıya karşı daha 'fazla', daha 'doğru' ve daha 'direkt' anlatabilmelerinin önemini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda da klasik diplomasi yöntemlerinin yanısıra ve hatta daha fazla yeni diplomasi yöntemlerine ihtiyaç duyulmaktadır, bu yöntemlerden bir tanesi de kamu diplomasisidir. Kamu diplomasisi, ülkelerin kendilerini dışarıya karşı doğru ifade edebilmelerinin en direkt yoludur. Kamu diplomasisi en etkin iletişim araçlarından bir tanesidir. Uluslararası arenada da geçmişten günümüze ülkeler, dış politika hedeflerinin yakalanması ve ülke çıkarlarının korunması amacı ile çeşitli diplomatik faaliyetler yürütmüşlerdir. Kamu diplomasisi yoluyla, zaman zaman hiçbir diplomatik ilişkinin sağlayamayacağı etkiler yaratabilmek mümkün olmuştur.

Kamu diplomasisinin en önemli ve birincil amaçlarından biri siyasal bilgilendirmedir. Siyasal bilgilendirme çalışmaları, daha çok hükümet nezdinde, başbakanlığa veya dışişleri bakanlıklarına bağlı çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Siyasal bilgilendirme çalışmaları, geleneksel diplomasi yöntemlerinden birisidir ve birincil öneme sahiptir.

Kamu diplomasisinin siyasal bilgilendirmeden sonraki amaçları arasında kültürel etkileşim çalışmaları gelmektedir. Kültürel etkileşim; sanat, spor, yabancı dil eğitimi, akademik değişim, oryantasyon programları, sinema, tiyatro, sergi, herhangi bir spor etkinliği gibi bir dizi kültürel etkinliği içermektedir. Bu tür kültürel iletişim kanalları aracılığı ile ülkelerin adları özellikle başarılı oldukları alanlarda telaffuz edilebilmekte, diğer ülke halkları üzerinde söz konusu faaliyetle ilgili olarak ilgi uyandırabilmekte ve kendilerine yönelik olumlu bir algı oluşmasını sağlayabilmektedirler.

Kültürel etkileşim oluşturulmasına imkan sağlayacak faaliyetler vasıtasıyla, ülkeler arası kültürel bağların yaratılması sağlanabilmektedir. Ancak bu tür faaliyetlerin başarısı, tek başına bir şey ifade etmemekte, o ülkenin dış politika alanındaki hedefleriyle uyuştuğu ve örtüştüğü oranda başarı sağlanabilmektedir. Bir başka deyişle ülkelerin yürüttükleri kültürel etkileşim faaliyetleri, siyasal hedeflerle örtüştüğü oranda başarı sağlanmış demektir.

Kamu diplomasisi faaliyetlerinin diğer amaçları arasında kamuoyunu yönlendirme, alışkanlıkların, davranışların biçimlendirilmesi, algı yönetimi (algının şekillendirilmesi), itibar yönetimi, imaj yönetimi gibi unsurlar da vardır. Bu unsurların her biri, bir ülkenin dışarıya karşı vereceği imaj açısından son derece önemlidir. Bu konular aslında daha çok halkla ilişkiler alanının çalışma ve araştırma konularıdır ve bu açıdan değerlendirildiğinde kamu diplomasisini, bir çeşit halkla ilişkiler yöntemi olarak görmek mümkündür.

Yukarıda adı geçen kavramlar hakkında kamu diplomasisini ilgilendiren kısmına odaklanarak şunları söylemek mümkündür; itibar yönetimi, -halkla ilişkiler literatürüne göz atıldığında görülmektedir ki-, aslında, kurumlar için sözkonusu olan bir kavramdır. Kurumların işleyişinde bu kadar hayati öneme sahip olan “kurumsal itibar” çevreye duyarlılık, kalite bilinci, şeffaflık, müşteri memnuniyeti, ilkeli ve tutarlı işletme politikaları gibi düşünce ve uygulamalarla yükselmektedir.

İtibar, güvenilir olmaktır. Güven, kişilere olduğu gibi ülkelere de güç kazandırır. Ancak güvenilir olabilmek, uzun bir zaman içinde elde edilebilen, diğer yandan çok kısa bir sürede yitirilebilen, yanılma ve aldatılma riskini de içerdiğinden dolayı kırılgan bir değerdir. Eylemlerin, söylemlerle tutarlı olması itibar kazanmanın esasını oluşturur.

Bir ülke de itibar kazanmak ve kazanılan itibarın sürekliliğini sağlayabilmek için güvenilir olmak durumundadır, 21. yüzyıl dünyası, ülkelere, kendilerini “diğerlerinden farklı kılma” ve “bir adım öne çıkma” nın önemini her geçen gün daha fazla hissettirmektedir. Bunun için de etkin ve sürekliliği olan politikalar izlenmesinin zorunluluğu ortadadır.

İtibar yönetimi ancak, planlı ve disiplinli bir yaklaşım benimsendiğinde başarıya ulaşabilmektedir. İtibarın bileşenlerine bakıldığında, etik ve sosyal sorumluluğun önemli olduğu görülmektedir. Etik ilkelerin ön planda tutulduğu, toplumsal beklentileri gözardı etmeyen, olası hataları önceden görüp önlem alan politikalar uygulanmalıdır. Günümüzde ülkeler, etik ve uygulama konusunda daha fazla çaba göstermeye başlamışlardır.

Güvenilirliğe dayalı bir iletişim de itibar oluşturmaya yardım etmektedir. İtibara hem kurumların, örgütlerin, hem de devletlerin ihtiyacı vardır. İletişim yönetimi de diplomasi de güvene dayalı olarak çalışmaktadır. Her ikisi de müşterilerinin/ulusların itibarını korurken, müzakere ve etki yönetimi stratejilerini kullanmaktadırlar. Güç, baskı, manipülasyon, propaganda, müzakere, ikna, kamuoyu, uzlaştırma gibi kavram ve olgularla ilgilendiği için iletişim yönetimi ve diplomasi arasında bir örtüşmeden söz edilebilmektedir. Kriz yönetimi ve lobicilik, hem iletişim yönetiminde hem de diplomaside aynı amaçlar için kullanılırken, kültürel diplomasi de kurumların sosyal sorumluluk çalışmalarına benzetilmektedir. Günümüzün global köyünde artık, her iletişim uzmanı bir diplomattır, her diplomat da bir iletişim yöneticisi gibi hareket etmelidir.

Algı yönetimi de kamu diplomasi faaliyetleri arasında yer almaktadır. Yapılan kamu diplomasisi faaliyetleri sonrasında algının şekillendirilmesi, alışkanlıkların, davranışların biçimlendirilmesi amaçlanmaktadır.

Algıyı yönetmek, iletişimi yönetmektir. İletişim; algılamayı yönetmek, davranış biçimleri oluşturmak ve daha önceden belirlenen hedeflere ulaşmak için bir araçtır.

Algılama yönetiminin sağlıklı ve başarılı olabilmesi için; hedef kitlenin kültürü, değerleri ve tutumlarını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Algılamayı yönetmek için hedef kitle veya kişinin değerler sistemiyle ve tutumlarıyla kesinlikle çatışmamak gerekir. Global şirketler, iletişim çalışmalarında 'global düşün, yerel hareket et' ilkesini benimsemişlerdir. Bu ilkeden hareketle bulunduğu ülkenin çeşitli yörelerinin değer sistemleri ne ve kültürel farklılıklarına saygı göstermeye büyük önem vermektedirler.

Mesajın yalın ve anlaşılır olması gerekmektedir. Hedef kitlenin algısına ve aklına istenilen mesajı yerleştirmek mesajın açık ve basit olmasıyla doğrudan ilintilidir. Karmaşık ortamlarda algılamayı yönetebilmek ancak sınırsız bir yalınlıkla mümkün olabilmektedir.

Araştırma yapmak, kişilerin ortak beklentileri, algı kalıpları, algı tutumları, hassasiyetleri, değerleri hakkında araştırmalar yapmak gerekmektedir.

Duygulara ve bilinçaltına seslenmek. Mevcut algının tespit edilmesi, karşı tarafın ne algıladığının dikkate alınması. Aktif olarak karşı tarafı dinlemek ve karşılıklı diyaloğun algılamaya etkisinin bilincinde olmak.

Hedef kitlelerle çok yönlü simetrik iletişim içinde olmak, geri bildirimlerden yararlanılması. Mesaj oluşturulurken kullanılan üslupta hedef kitlenin değer, tutum ve kültürünün dikkate alınması önemlidir.

Sonuç olarak, algılama yönetimi her geçen gün iletişim alanında önemini artırmaktadır. Algılama yönetimi, kimilerine göre hedef kitleleri kendi çıkarları doğrultusunda kandırmak ve onları kendi hedefleri doğrultusunda kullanacakları birer unsur haline getirmek amaçlı bir iletişim disiplini; kimilerine göre bir ürün, hizmet veya fikri satın alma konusunda birinci aşama olan ikna etme yolunda kullanılması gereken olmazsa olmaz tekniklerin bütünüdür.

Modern kitle iletişim araçları, kişilerarası ilişkilerden geçerek, algılar üzerinde önemli etkilerde bulunur. Farklılıklar vurgulanırken, aslında periyodik bir şekilde biçimsel olarak değiştirilen, yenilenen veya tekrarlanan benzerlikler sürekli teşvik edilir. Kitle iletişimi ile gelen bilgi, tüketimden geçerek, amaçlı olarak algıları etkilemek için seçilmiş ve biçimlendirilmiştir. Kitle iletişim araçları, haber, yorum, film, reklam gibi gönderdiği mesajlarla dış dünyayı algılamamız üzerinde çok etkilidir. Olayları, olguları, kavramları, iyi ve kötü kategorisinde bize empoze eder. Toplumsal değer yargılarımızın oluşmasında etkili olur. Bu değer yargıları ile dış dünyayla ilişkilerimizi yürütmeye çalışırız.

İknayı gerçekleştirmek için de ikna edilmesi gereken hedef kitlenin algısını bilmek önemlidir. Algıyı yönetmek aslında, iletişimi de yönetmek demektir. İletişim, algılamayı yönetmek, davranış biçimleri oluşturmak ve hedeflere ulaşmak için bir araçtır. Dolayısıyla, hedef kitlesi tarafından olumlu algılanmak isteyen, imajını ve itibarını güçlü tutmak isteyen bütün ülkeler, hedef kitlenin zihninde yer edecek, onların algılarını etkileyecek faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Çünkü algılar, gerçekler kadar önemlidir. Kamu diplomasisi de zaten basit anlamda kamuoyu oluşturmada algıyı şekillendirme, imaj üretme ve yönetme, itibar yönetimi faaliyetleri olarak da tanımlanabilir. Amaç algıları ve tutumları değiştirmek, istenilen doğrultuda imajın oluşumunu sağlamaktır. Örneğin bir başka tanıma göre de kamu diplomasisi, bir ülkenin düşünce, ideal, kültür, kurumları, siyaseti ve milli amaçlarının dış ülkelere iletilmesi sürecidir.

Dünya üzerinde yaşanan politik, sosyal ve ekonomik krizlere rağmen, kamu diplomasisinin, dünya çapındaki kültürel, politik, ekonomik ve dini boşlukları doldurma gücü dikkat çekmektedir. Etkin kamu diplomasisinin aktörleri hükümetler veya resmi kurum ve kuruluşlar değil, birbiriyle iletişim kuran insanlar ve bu iletişimin ardından gelen, daha da gelişen, olgunlaşan ve karşılıklı saygıyı arttıran iki veya çok taraflı projeler, değişimler ve organizasyonlar ortaya koyan üretken ilişkilerdir.

meltem bostancı

iron
istanbul üniversitesinde uluslar arası iletişim dersini veren doçent hocam. kendisine insan olarak lafım yok sevimlidir fakat eğitimci olarak çok yetersizdir. hatta iü de gördüğüm en kötü ders sunumuna sahip ikinci hocadır. Yahu onlar nasıl ders notları hocam google da kendinizi aratıyorsanız bu yazıyı görürsünüz muhtemelen.
5

el cezire

iron
“Her şey Arap dünyasında pek benzeri yaşanmamış bir devrimle başlamıştır. Kasım 1995'te Katar Emiri Şeyh Hamid Bin Halife el Thani, babasını tahttan indirerek iktidara geçmiştir. Genç kral, İngiltere'de öğrenim görmüş, değişimden yana, liberal eğilimli genç kuşaktandır. Krallığın parasını ülkesinin modern altyapı harcamalarına yönlendirmiştir. Yalnız babasına değil, bölgedeki klasik, değişime kapalı, despotik yönetim biçimlerine de mesafelidir. Bu düşüncelerle 1996'da, yarımada anlamına gelen El-Cezire adında bir televizyon kurulmasını emretmiştir.

Televizyon için bir yönetim kurulu oluşturulmuştur. Televizyonun 5 yıllık bütçesi olan 150 milyon doları peşin veren kral, hükümet ile televizyon arasında bağ olmamasını da istemiştir. Suudi Arabistan'ın etkisinde 1989'da kurulan MBC televizyonunun kötü tecrübelerinden yararlanılmıştır. Çünkü bu televizyon da aynı niyetlerle kurulmuştur ancak çok geçmeden Suudi yönetiminin etkisine girmiştir. Bu arada BBC'nin 1994'te Arap dünyasına yönelik kurup işletmesini başaramadığı bir televizyonun kadrosu da tamamen transfer edilerek kadro ihtiyacı karşılanmıştır.(Kaplan, http://ilef.ankara.edu.tr/id/yazi.php?yad=1341, t.y)

Kurulduğu günden bu yana Arap televizyon kanalları arasında üstünlük kuran El-Cezire, Ortadoğu'daki önemli gelişmelerin izlendiği neredeyse tek kanal durumundadır. İzleyiciler, on yıllardır Arap televizyonlarının resmi propagandalarından, kendi televizyonlarında Arap liderlerin bitip tükenmek bilmez nutuklarından ve gösterişli kutlama törenlerinden bıkmışlardı. Arap izleyiciler bir yandan kendi televizyonlarında iktidar tekeliyle karşı karşıya kalırken, bir başka Arap ülkesinin televizyonunu açtıklarında, yine karşılarına iktidarların güç birliği çıkıyordu. El-Cezire ise farklıydı, herkese açıktı; Suudi ve Iraklı muhalifler, sürgündeki komünistler, farklı İslami mezheplerin temsilcileri, bir telefonla seslerini duyurur hale gelmişti. İzleyicilerin çekinmeden seksle ilgili sorular sordukları “Şeriat ve Yaşam”, kısa sürede El-Cezire'nin en çok izlenen programları arasında yerini aldı. Yani, istekleri ile resmi yasaklar ya da tabular arasında sıkışan Arap halkları için bu televizyon ciddi bir soluk alma kanalı olmuştu. (Schleifer, 2001)

Aralık 1998 ve Ocak 1999'da El-Cezire habercilik anlamında iki büyük başarı elde etmiştir; İlki, Afrika'da ABD büyükelçiliklerine yönelik saldırıdan hemen sonra, Washington'un bir numaralı düşmanı Usame Bin Ladin ile yapılan görüşme, ikincisi de Çöl Tilkisi operasyonu çerçevesinde İngiliz ve Amerikan bombardımanı sonrasında Saddam Hüseyin ile görüşülmesi. (Paris, 2001) Bunlar, habercilik anlamında önemli başarılardır.

El-Cezire'nin kendini tüm dünyaya kabul ettirmesi ise 11 Eylül saldırıları ve ardından ABD'nin Afganistan'a düzenlediği operasyon ile olmuştur. El-Cezire, 11 Eylül'ün ardından El Kaide örgütünün lideri Usame bin Ladin'e ait kasetleri yayınlayarak ve Afganistan Savaşı'nda kimsenin giremediği Kabil'den yaptığı canlı yayınlarla ses getirmiştir. Öyle ki, bu kez CNN gibi televizyonlar El-Cezire'den faydalanmıştır. ABD ve Britanya füzelerinin Afganistan semalarında belirdiği 7 Ekim gecesi, Katar'dan yayın yapan El-Cezire televizyonunun “anchormanı” Muhammed Kicham, kulaklığından şu anonsu işitti: “Muhammed, şu an CNN, BBC ve Sky News'te canlı yayındasın...” Sonrasını ise dünya nüfusunun önemli bir kısmı biliyor. Önce Kâbil'e düşen bombaların, sonra da Usame bin Ladin'in önceden kaydedilmiş röportaj görüntülerini yüz milyonlar izlemiştir. Bu mütevazı Arap televizyonu, harekatın başladığı pazar gecesi büyük bir habercilik olayına imza atarken, yayın görevlisinin anonsunda adı geçen haber kanallarıyla boy ölçüştüğünü de açıkça kanıtlamış oldu. Boşuna değil, Afganistan'dan canlı yayın yapabilen, Taliban'ın birkaç haber ajansı dışında herkesi sürdüğü Kâbil'de muhabir ve büro bulundurabilen tek televizyon El-Cezire oldu. Tüm dünyanın ilgisini çeken kanal, Türk medyasında şu sözlerle yer buldu: “Tüm dünya Körfez Savaşı'nı CNN'den izlemişti. Dün akşam başlayan ABD operasyonunun canlı yayın yıldızı ise Katar'dan yayın yapan El-Cezire televizyonu oldu. İlk dakikadan itibaren bölgeden sıcak haberler veren El-Cezire, ayrıca Ladin ve Zawahiri'nin dünyaya meydan okuyan konuşmalarını tüm dünyaya geçerek adını duyurdu. CNN bile bu konuşmayı El-Cezire'den alarak yayımlamaktan çekinmedi.”

Aslında El-Cezire'nin harekatın başladığı gece Kabil'den canlı yayını ve Bin Ladin röportajı ilk habercilik başarısı değildir. Filistin'den en çarpıcı İntifada görüntülerini, Taliban'ın tarihi Buda heykellerini dinamitlemesini, Taliban yanlılarının ABD Kabil elçiliğini ateşe verdikleri gösterileri de El-Cezire ekranına taşımıştı. Bunun karşılığını Arap ülkelerinde “reyting” rekorları kırarak aldı. El-Cezire yetkililerine göre kanalın hala 35 milyon daimi izleyicisi bulunmakta. Televizyonun internet kanalının ise 200 bin üyesi olduğu ve her hafta siteye ortalama 2500 kişinin daha üye olduğu belirtiliyor.
El-Cezire, sadece Batı'dan Doğu'ya tek yönlü haber akışının yönünü değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda Arap dünyası için de değişimin tohumlarını atmıştır.

El-Cezire'nin popülerliğini artıran gelişme ise, 11 Eylül'den bir sene önce, Ekim 2000'de İkinci İntifada'nın başlamasıyla birlikte yaşanmıştır. İsrail Başbakanı Ariel Şaron'un Mescid-i Aksa'yı 28 Eylül 2000'de ziyaret etmesiyle başladığı kabul edilen İkinci İntifada ile birlikte, dünyanın pek çok yerine yayılmış Araplar, hırslı bir şekilde televizyonlarını izlemeye başlamışlardır. 28 Eylül'den birkaç gün sonra El-Cezire, 12 yaşındaki Muhammed El-Durra'nın babasının kollarının arasındayken İsrailliler tarafından vurularak öldürülüşünü yayınlamış, böylece küçük çocuk İntifada'nın sembollerinden biri haline gelmiştir. (Nevevi, Iskandar; 2004: 17-21) El-Cezire herhangi bir Arap kanalıyken, İsrail ve Filistin topraklarındaki şiddet ve bu şiddeti haber yapma şekli, onu mutlaka izlenmesi gereken bir kanal haline getirmiştir.

Uluslararası haber ajansları ve kanallarının giremediği yerlerden canlı yayınlar, Saddam Hüseyin ve Usame Bin Ladin'in görüntülerinin yer aldığı kasetler, Kabil'den canlı yayın, Filistin'den İntifada'ya dair görüntüler, Taliban'ın tarihi Buda heykellerini yerle bir etmesi, Taliban yanlılarının ABD Kabil elçiliğini ateşe verdikleri gösteriler, Afganistan, Filistin ve Irak'ta savaş koşullarındaki sivil halkın görüntülerini yayınlayarak ünlenen haber kanalı El-Cezire, tüm dünyanın gündemine sadece bu ilklerle taşınmamış, başta ABD olmak üzere belli başlı Batılı büyük güçlerin El-Cezire aleyhine yaptıkları propagandalar, El-Cezire'nin dünya gündeminde kalmaya devam etmesine vesile olmuştur.

Örneğin 13 Kasım 2001'de El-Cezire'nin Kabil ofisi bir Amerikan füzesi tarafından vurulmuştur. Kasım 2005'te İngiliz Daily Mirror gazetesinde yayınlanan habere, George Bush, Tony Blair ile görüşerek El-Cezire'nin bombalanmasını istemiştir. Bu gelişmenin ardından El-Cezire çalışanlarınca 24 Kasım 2005'te merkez ve yurtdışı ofislerinde iş bırakma eylemi yapılmıştır. Ayrıca El-Cezire'nin gerek Batılı ülkeler gerekse de Arap ülkeleri tarafından karşılaştığı engellemeler de kanalı sıklıkla dünya gündemine taşımaktadır. Örneğin özellikle ilk yayın yıllarında, El-Cezire'nin Fas, Ürdün, Suriye, Irak ve Mısır'da bürolarının kapatılması, muhabirlerinin sınırdışı edilmesi, hatta Libya, Tunus ve Fas'ın El-Cezire yüzünden Katar ile diplomatik ilişkilerini kesmesi bile söz konusu olmuştur. El-Cezire ne zaman bir Arap rejimini eleştirse, o ülkenin büyükelçisi soluğu televizyonun stüdyolarında alıp resmi protestosunu bildirmiştir. El-Cezire, Arap liderlerin baskısıyla Arap Yayın Birliği'nden kovulmuş ama aynı yıl üç uluslararası gazetecilik ödülünün sahibi olmuştur. (New York Times'tan akt. Radikal, 2001)

El-Cezire, tüm dünyaya, insanlığın katı gerçeklikle yüzleştiği en yakıcı durum olan savaş koşullarını yaşayan bir coğrafyadan, kurmaca değil gerçek görüntülerle savaş haberlerini aktarmıştır. El-Cezire'yle Ortadoğu'daki savaşlarda yaşanan, gerçek sivil katliam hakkında bilgi alınabilmiştir. Batılı haber kaynaklarının, tek yönlü ve taraflı haber akışının rahatlığı içinde, uzun yıllardır uyguladıkları stratejiler böylece bir kez daha gözler önüne serilmiş, Batı'nın haber üzerindeki egemenliği sarsılmış, bu arada bugüne kadar yapılan haberlerin gerçekle ilişkisi bir kez daha sorgulanmıştır. Arapların, El-Cezire'den önce temel haber kaynakları Arapça gazetelerin web siteleri ve BBC'nin Arapça web sitesidir. Çünkü Batılı haber kaynaklarının, Ortadoğu'ya ilişkin yayınları tepki çekecek kadar taraflı hale gelmiştir. Kanadalı Araplar'dan bazıları Batılı haber kanalları konusundaki görüşlerini şu şekilde dile getirmektedirler: “Orada neler olup bittiğine dair ellerinde yeterince bilgi yok. Haberler tamamen arşiv, canlı bir şey yok. Ayrıca neleri sansürledikleri konusunda da şüpheliyiz. Haberlerinde her zaman Arap olmayanları kayırmaktadır… Sokaktaki insanların ne düşündüğünü duymak istiyoruz. Ayrıca bu kanallarda Arap liderlerin siyasi açıklamaları da kuşa döndürülüyor. Yapılan yayının sansürlenmiş ve çok küçük kısımlarının yayınlanıyor olduğuna inanıyoruz. Bir Lakers maçına Batı Şeria'da ölen yirmi insandan daha fazla zaman ayırdıklarını biliyoruz. İşte bu yüzden El-Cezire'yi izliyoruz. Çünkü neyin daha önemli olduğu konusunda kanalla aynı fikirdeyiz.” (Nevevi, Iskandar, 2004: 35)

El-Cezire yayıncılığı, Batılı haber kaynaklarının, tek yönlü haber akışı bağlamında uyguladıkları stratejilere, “öteki” olarak tanımlanan bir coğrafyadan, gerçek haberciliğin nasıl olması ve nasıl yapılması gerektiğine dair örnekler sunarak cevap vermiştir. Böylelikle, uluslararası iletişim alanında, gücün el değiştirebileceğine dair, haber akışının bazen de Doğu'dan Batı'ya doğru olabileceğine dair sinyaller vermiştir. Bu anlamda uluslararası iletişimin bilinen kurallarını da alt üst etmiştir.

Sadece Batı'nın tüm dünyadaki tek yönlü haber akışından kaynaklanan sorunların çözümü için değil, aynı zamanda Arap dünyasının kendi içindeki değişimin de ateşini yakmıştır. Her şeyi sorgulamakla Ortadoğu'da yasaklanmış, kaçınılmış ve sınırlandırılmış birçok konunun değerlendirilmesi için bir pencere açmıştır. Kapalı ve tabuların sınırlandırdığı bir toplum yapısı olan Ortadoğu'da El-Cezire, “her görüşe karşıt görüş” parolasıyla kökten dincilik, demokrasi, devlet içi yolsuzluklar, siyasal eşitsizlik, insan hakları ihlalleri gibi konuları ele alarak, önemli bir adım atmıştır. Bulunduğu coğrafyanın alışık olmadığı gelenek dışı, tabuları sarsan, kışkırtıcı üslubuyla habercilikte yeni bir dönemi başlatmıştır.

El-Cezire, bu kadar tutulmasının kendi tez ve gündemini savunmasından değil, önemli konuları ve farklı görüşleri doğru zamanda cesaretlendirmesi ve desteklemesinden kaynaklandığını ileri sürmektedir. Gerçekten de bunda çoğulcu bir medya tartışmasını kurumsallaştırmış olmasının payı vardır. (Zayani, 2006: 30)

El-Cezire'nin kültürel özgünlüğünü paradoksal bir şekilde oluşturan melezliğinin kalbinde; Doğulu ve Batılı, solcu ve sağcı, dinci ve laik, aşiretsel ve kentli ayrıca yerel ve küresel karışımı olması bulunmaktadır. (Zayani, 2006: 44)

Bu açıdan, El-Cezire'nin sembolik de olsa enformasyonun küreselleşmesi tarihinde bir dönüm noktasına işaret ettiği söylenebilir. Öncelikle Arapça konuşan izleyicileri hedeflemesine rağmen, Arap dünyasının dışına da ulaşmakta ve hatta önemli bir etkiye sahip olmaktadır. El-Cezire, egemen Batı medyasının izleyicilerine sunduğu görüntülere karşı bir ağırlık oluşturmaktadır. Bu, enformasyon akışının tersine çevrilmesi durumudur, bu yolla, enformasyon artık Kuzey'den Güney'e ya da Batı'dan Doğu'ya değil, başka farklı yollarla yayılmaktadır. Batı artık “güvenilir ve sorumlu medya” tekeline sahip değildir. El-Cezire'nin başarısı, küreselleşme sürecinde kısmi bir tersine dönüş eğilimini kristalize etmektedir. (Zayani, 2006: 44)

Ali Bayramoğlu, bu konuyu şu cümlelerle tartışmaktadır: “El-Cezire televizyonu sadece yerine getirdiği profesyonel gazetecilik açısından değil, aynı zamanda Batı ve Doğu arasındaki 'sembolik bir denge'yi işaret etmesi bakımından da önemli. El-Cezire; bir uçtan ötekine tüm Müslüman uluslarda belli bir siyasallaşma yarattığı gibi, Batı'nın medya devlerine hem teknik hem mesleki bakımdan rakip olmasıyla da bir olaydır… El-Cezire'nin sırrı ve gücü, uluslar arası bir İslamcı kimlik bağlamı etrafında şekillenen bir uzak görüşlülüktür. El-Cezire, İslami kimliğin devam eden politikleşme sürecini yansıtmakta ve bu anlamda “öteki” ne işaret etmektedir. Gerçekte bu çatışmada iki kutup bulunmaktadır. Küreselleşme sürecinde her ikisi de daha gerçek ve daha tehlikeli olma riski taşımakta ve daha önemli bir kutuplaşma doğru evrilmektedir.”

El-Cezire ile beraber bir başka önemli olgu olarak, yeni bir Arap perspektifinin ortaya çıktığını ve bununla birlikte Arap medyasının özgünlüğü konusunda bir bilincin gelişmeye başladığını söylemek mümkündür. El-Cezire, tüm medyanın aynı kalıba sokulduğu bir döneme etkili bir biçimde son vermiştir.

Ortadoğu ve El-Cezire
Arap Dünyası olarak adlandırılan Ortadoğu coğrafyası, medyaların varlık koşul ve biçimlerini de belirleyen, Batı'dan çok farklı bir rejim yapılanması sergilemektedir. Ortadoğu'da yer alan ülkelerin büyük bölümü, baskıcı, otoriter yönetimlerle yönetilmektedir. Gerek yönetim biçimlerinden, gerekse de dışarıdan gelen baskılardan kaynaklanan otoriter yapılanmanın medya alanındaki göstergesi, yoğun sansür ve denetimdir. Medyaların büyük bölümü devlet televizyonu ya da ülke yöneticisine veya yakınlarına ait özel kuruluşlar şeklindedir.

Bugün Katar dışındaki Arap ülkelerinin tamamında Enformasyon Bakanlığı gibi adlar altında kurulmuş, ülkedeki tüm kitle iletişim araçlarını yönlendiren ve denetleyen, yayın standartlarını belirleyen kuruluşlar mevcuttur. Dolayısıyla bu ülkelerde yapılan her türlü yayın ve medya kuruluşu, yönetimin denetim ve sansürüne tabidir. Üstelik bu sansür hem İslami gerekçelerle hem de ulusal güvenlik gerekçeleriyle kısıtlanmaktadır. Örneğin zayıf demokratik kurumlar, köktendincilik, siyasal eşitsizlik, insan hakları ihlalleri, cinsellik gibi konuların tartışıldığı yayınlar yapmak mümkün değildir.

Arap ülkelerinin El-Cezire'ye bakışları çok büyük farklılıklar arz etmektedir. Bazı Arap rejimleri El-Cezire'yi, düşmanlarının fikirlerini dile getiren ve hükümet karşıtı hareketleri destekleyen bir kanal olarak görürken, diğerleri de onu sorunlu bölgenin zıt fikirlerini objektif bir şekilde dile getiren kanal olarak kabul etmektedir. Kanalın kışkırtıcı ve geleneksel bakış açısından farklılık gösteren yayın çizgisi kendisini Arap bölgesindeki diğer bütün televizyon kanallarından farklı kılmaktadır. Örneğin, neredeyse bütün Arap kanalları Filistin-İsrail çatışmasına aynı açıdan bakıyor olmasına rağmen El-Cezire, ilk defa İsrailli görevlilerin fikirlerini de canlı yayınlarla halka duyurmuştur. (Nevevi, Iskandar, 2004: 32)

El-Cezire'nin geleneksel yayın politikasının dışındaki yayınlarının diğer Arap ülkeleri tarafından nasıl karşılandığını örneklerle vermek gerekirse;

“Başta Fas, Ürdün, Mısır, Tunus, Kuveyt ve Suudi Arabistan olmak üzere birçok Arap ülkesi, bu ülke yönetimlerinin muhaliflerine söz hakkı tanıdığı için televizyonu kıyasıya eleştirmiş, hatta El-Cezire'nin eleştirel yayınları için Katar'a protestolar vermiştir. Irak işgalinin yarattığı travma ve Körfez Savaşı'nın etkisiyle Kuveyt iktidarı, El-Cezire'de yayınlanan tartışmaları içine sindirememiş, Kuveyt Enformasyon Bakanı, kanalın “aşırılıklarını” önlemek için büyük çaba harcamıştır. Kuveyt tarafından kınama ve protesto mektupları gönderilmiştir. (Kaplan, a.g.m.)

El-Cezire'nin yayınlarından rahatsızlık duyan bir başka ülke de Suudi Arabistan olmuştur. 25 Temmuz 2002 tarihli bir tartışma programında Suudi Veliaht Prensi Abdullah, Ortadoğu barış planı nedeniyle eleştirilere maruz kalmış, Filistinlilere ihanetle suçlanmıştır. Suudi yönetimi ise, El-Cezire'yi İsraillilere programlarında yer vermekle ve İsrail propagandasına alet olmakla itham etmiştir. Suudi Arabistan, resmi gerekçe göstermeksizin Katar elçisini “istişarelerde” bulunmak üzere geri çağırmıştır. Riyad, böylelikle daha önce El-Cezire'nin “kulağını çekmesi” yönünde yaptığı baskılara direnen Katar'a ciddi uyarı vermiştir. (Kaplan, a.g.m.)

El-Cezire'den yakınanların arasında Ürdün hükümeti de bulunmaktadır. Ürdün Enformasyon Bakanı 7 Ağustos 2002 tarihinde, El-Cezire'nin Amman bürosunun kapatıldığını, çalışma izninin iptal edildiğini, televizyon çalışanlarının Ürdün'de çalışmasına ya da başka bir işte çalışmalarına izin verilmeyeceğini, kanala tanınan imkanlara son verildiğini açıklamıştır. Arap İfade Özgürlüğü'nü Savunma Örgütü'ne göre ise 6 Ağustos günü yayınlanan bir programda, “Irak'a olası ABD müdahalesinde Ürdün'ün rolü konu edildiği için” kapatma kararı alınmıştır. (Cumhuriyet, 2002)

Arap dünyasından kanala yönelik sürekli engelleme girişimleri olmaktadır. Örneğin Haziran 2004'te, El-Cezire'nin Cezayir lideri Buteflika'nın “ulusal uzlaşma programı”nı tartışmaya açmasından sonra, El-Cezire'nin ülkedeki faaliyetleri askıya alınmıştır. (BBCTurkish.com, 2004)

Benzer şekilde İran yönetimi, Nisan 2005'te, Ehvaz kentinde meydana gelen şiddet olaylarında, El-Cezire'nin provokasyonunun rol oynadığı gerekçesiyle, önce El-Cezire muhabirlerinin sınır dışı edilmesi çağrısında bulunmuş, sonra da televizyonun Tahran merkez bürosunu kapatmıştır.

Batı ve El-Cezire
Batılı ülkelerin El-Cezire'ye yaklaşımı, büyük oranda hükümetlerin yaklaşımı paralelinde gelişmiştir. Uzun yıllardır, Doğu'yu bastırılmış, ötekileştirilmiş ve en önemlisi düşmanlaştırılmış biçimde tanımak zorunda bırakılan Batı'nın El-Cezire gibi büyük bir değişim kanalına şüphe duymadan ve olumlu yaklaşmaları mümkün olmamıştır.

El-Cezire konusunda en açık tepkiler ABD'den gelmiştir. “ABD'li diplomatlar, üst düzey Katar yetkililerini El-Cezire'nin yayınları hakkında suçlamakta ve kanalın ABD karşıtlarına fazla yer verdiğini özellikle de Bin Ladin'i çok fazla gündeme taşıdığını söylemektedir. Colin Powel, konu ile ilgili olarak şu şekilde konuşmaktadır; “El-Cezire Arap dünyasında önemli bir kanal, fakat bizim bakışımıza göre kanal, sorumsuz açıklamalara ve tehlikeli yayınlara çok fazla yer ayırmaktadır.” New York Times'ın haberine göre, 11 Eylül saldırılarından birkaç gün sonra kendisiyle El-Cezire'nin röportaj gerçekleştirdiği Powell, 3 Ekim 2001'de Katar Emiri ile görüşmesinde kanalın sesinin kısılması yönünde talepte bulunmuştur. Katar Emiri, ABD'nin suçlamalarını bir dost tavsiyesi olarak kabul ettiklerini söylemiş ve ortak basın açıklamasında şöyle konuşmuştur; “Daha önceki ABD yönetimlerinden de, bu yönetimden de uyarılar aldık. Fakat parlamenter rejim bağımsız ve itibarlı bir medya gerektirmektedir, bizim de ulaşmak istediğimiz şey budur.” (Nevevi, Iskandar, 2004: 156)

ABD'nin El-Cezire'ye yönelik eleştirilerinin başında, bin Ladin'in yayınlanan video kasetleriyle teröristlere mesaj gönderebileceği iddiası gelmektedir. Bu dönemde ABD, “bir yandan Katar Emiri aracılığıyla El-Cezire'nin yayınlarını engellemeye çalışırken, bir yandan da ABD ve Batı medyasını El-Cezire görüntülerini yayınlamamaya zorlamıştır. 10 Ekim'de Condoleezza Rice, televizyon kanallarının yöneticilerini telefonla arayarak, Usame Bin Ladin görüntülerinde şifreli mesajlar olabileceğini bildirmiş ve onları El-Cezire'den aldıkları görüntüler konusunda uyarmıştır.” (İnceoğlu, 2004: 136)

Batı'nın bir başka kanadı olan Avrupa'nın El-Cezire'nin estirdiği değişim rüzgarlarına tepkisi, ABD'den çok daha yumuşak olmuştur. Bu yumuşak tavırda Avrupa basınının etkisi büyüktür. Avrupa hükümetleri de Bin Ladin kasetlerinin yayınlanmasına gizli mesaj taşıyabileceği gerekçesiyle sınırlama getirmeye çalıştıysa da, BBC bu şüpheleri 'gerçekliği ispatlanamamış spekülasyonlar' şeklinde tanımlayarak, doğru ve ilkeli bir habercilik anlayışı sergilemiştir.

Benzer şekilde Fransa, Almanya ve Avusturya basını ise El-Cezire'yi destekleyen yayınlar yapmıştır. Fransız gazeteleri, El-Cezire'nin yayınlarını destekleyen bir kampanya başlatmıştır. Liberation'un 11 Ekim tarihli başyazısında ABD'nin kısıtlamaları “erdemsizlik” olarak değerlendirilmiştir. Viyana gazetesi Der Standard, 'ABD ile Ortadoğu arasında televizyon dalgaları ile yapılan savaşta, El-Cezire dünya klasmanında bir savaşçıdır. Körfez Savaşı boyunca bütün dünyaya CNN haber servisi yaptı ve Batılı görüşü yansıttı. Bu defa ise başka bir ses, çok yüksek bir şekilde ortaya çıktı' demektedir. Berlin Güvenlik ve Uluslar arası Konular Enstitüsü'nün Ortadoğu Bölüm Başkanı Perphes Volker, 10 Ekim 2001'de CNN'e yaptığı konuşmada, 'görünüyor ki El-Cezire, başka hiçbir iletişim kanalının olmadığı bir ortamda, iki düşman arasında iletişimi sağlamaktadır. Bence Batılı liderler de El-Cezire'yi bin Ladin'in kullandığı gibi kullanmalıdır. El-Cezire'nin belli mesajları yayınlamasını durdurmak için baskı yapmak yerine, mesajlarını bu kanal aracılığıyla Arap dünyasına duyurmaları daha akıllıca olacaktır' demektedir.
1

dijital halkla ilişkiler

iron
Yeni iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmeler her alanda olduğu gibi halkla ilişkiler disiplinine de yeni kavramlar ve uygulamalar getirmiştir. Kurumlar ile hedef kitleleri arasındaki devamlılık gösteren faaliyetlerin güvene dayalı bir şekilde örgütlenmesinden sorumlu olan halkla ilişkiler, internet teknolojilerinde meydana gelen gelişmelerle birlikte uygulama ortamlarında kendine yeni araç ve yöntemler geliştirmiştir. Bununla birlikte halkla ilişkilerde medya yönetiminin işleyişi de farklılaşmış, kullanılan pek çok uygulamaya yenilik gelmiştir.

İnternet, dünyanın globalleşmesinde en etkili bilgi teknolojilerinden biri olarak görülmektedir. Her alanı etkisi altına alan internet, halkla ilişkiler uygulayıcılarını da harekete geçirmiş ve kendilerine online ortamda kullanabilecekleri araç ve yöntemler geliştirmelerini sağlamıştır. Farklı mekânlardaki insanları birbirine bağlamada güçlü olan bu teknoloji, halkla ilişkiler yönetiminin en temel araçlarından biri haline gelmiştir. İnsanlar en temel ihtiyaçlarını ve aktivitelerini bile internet üzerinden gerçekleştirmeye başladıklarından bu yana, kurumlar da hedef kitlelerine ulaşmada bilgisayara bağımlı hale gelmişlerdir.

Halkla ilişkiler alanına başarılı şekilde entegre edilen sosyal medya, halkla ilişkiler uygulamaları için yeni ortamlar oluşturmuştur. WordPress, Myspace, Facebook ve Twitter gibi pek çok sosyal medya ortamlarında hedef kitleleri daha yakından tanımak mümkün olmuş ve veri toplamak daha kolay hale gelmiştir. Özellikle hedef kitlelerle birebir iletişime geçme imkânının yarattığı etkileşimli ortam, halkla ilişkiler stratejilerinin daha başarılı şekilde yürütülmesine yardımcı olmaktadır. Diğer yandan kurumların açtığı blog ve web siteleri sayesinde hedef kitlelerine kendilerini ve kurum kültürlerini tanıtmaları da kolaylaşmıştır. Kurumlar ve hedef kitleleri arasındaki duvarların yıkılması, iki taraf arası iletişimin şeffaflaşmasına da yardımcı olmuş ve halkla ilişkilerde yer alan “şeffaf iletişim” anlayışını destekler nitelik kazanmıştır.

Sosyal medya ile birlikte marka temsilcileri oluşturmak, halkla ilişkiler için daha önce olmadığı kadar kolaylaşmıştır. Kurumlar sosyal medya içerisinden kendilerine gönüllü marka temsilcileri oluşturmaktadır. Bir gıda firması bunu fabrikasını gezdirerek yapabilirken, bir kozmetik firması ise gönderdiği hediye ve promosyonlarla bunu sağlamaktadır. Oluşan marka temsilcileri ise kurumun ürünlerini seven, tercih eden ve kendi deneyimlerini başkaları ile paylaşarak kuruma potansiyel müşteriler kazandıran kitleler haline dönüşmektedir. Bu gelişmelerle birlikte ise geleneksel medya anlayışında kurumun sözcüsü olan gazetelerin yerini “gerçek insan” almaktadır. Halkla ilişkiler uygulamalarının halka indiği bu noktada, düzenli müşteriler kazanmak da daha kolay hale gelmektedir.

Sosyal medya kurumların kendisini daha açık ve daha kolay ifade etmesine de yardımcı olmaktadır. Eşik bekçisi99 kontrolü olmadan ya da gazeteci beğenir mi beğenmez mi diye düşünmeden kendilerini anlatan kurumlar, paylaşımlarını da “tırpalanma” olmadan yapabilmektedir. Herhangi bir gazetede kendisini yeterince iyi anlatamayan bir kurum, sosyal medya ağında kendi kurumsal kültürünü istediği şekilde aktarabilmektedir. Bu durumun önemli bir getirisi de kurumlar için “kurumsal gerçeklik” yaratma fırsatının doğmuş olmasıdır. Kurumlar, bir köşe yazarının hikâyesi ya da bir gazete küpürü olmaktan çok daha fazlasına sahip olmaktadır.

Sosyal medyanın halkla ilişkiler uygulamalarına getirdiği önemli yeniliklerden bir diğeri ise hedef kitlelerin hazır kitlelere dönüşmüş olmasıdır. Kurumların her yazdığını takip eden ve bundan haberdar olan hazır kitleleri bulunmaktadır. Bloglar, facebook ve twitter gibi sosyal ağlar sayesinde her kurumun ürünlerini takip eden hazır kitleleri, reklam yasağı olan ürünler için de bulunmaz bir fırsat yaratmıştır. Alkol markaları ile ilgili uzun tanıtım ve deneyim yazılarının yer aldığı bloglar, facebook ve twitter etiketleri bu gelişmelerin en önemli örnekleri arasında yer almaktadır.

Tüm halkla ilişkiler kampanyalarının en önemli aşaması olan değerlendirme de, sosyal medya ile gerçekleşen yeniliklerden payını almıştır. Sosyal medya sayesinde başarılı geri bildirim (feedback) almak mümkün hale gelmiştir. Mevcut müşterilerin paylaştığı satın alma sonrası deneyimler, kimi zaman potansiyel müşterilerin de satın alma davranışına karar vermesinde yardımcı olabilmektedir. Kimi zaman da herhangi bir marka hakkında yer alan kötü bir yorum çok kısa sürede, çok geniş kitlelere yayılarak markayı ve ürünü risk altına alabilmektedir. Bu da sosyal medya kavramının halkla ilişkilere sağladığı avantajların yanı sıra aynı zamanda çok hassas ve başarı ile yönetilmesi gereken bir kavram olduğunu da ortaya koymaktadır.

Halkla ilişkiler disiplininin temel amaçları arasında yer alan “fark edilebilirliği sağlamak” adına sosyal medya ortamlarına ilişkin farklılaşma stratejisinin de planlanması gereklidir. Bu stratejiyi planlayacak bir ekip oluşturulması ve bu ekibin iletişimin sürekliliği esası ile hareket etmesi gerekmektedir. (Özgen, 2012: 52) Sanal ortamda halkla ilişkiler uygulamalarını başarı ile icra edebilmek ve ilişkileri sağlıklı bir şekilde yürütebilmek büyük önem taşımaktadır. Kurum içi ve kurum dışı iletişimin yürütülmesinde avantaj sağlayan yeni uygulamaların yönetilmesi ve sanal itibarın sağlanması adına yeni teknolojilerin hayatımıza getirdiği yeniliklerin halkla ilişkiler stratejilerine başarılı şekilde entegre edilmesi gerekmektedir.

internet tabanlı televizyon yayıncılığı

iron
Bilgiye ulaşmanın en hızlı yolu olan internet sadece yazılı ve basılı geleneksel medya araçlarında değil görsel bilgi kaynaklarında da önemli değişimlere yol açmıştır. Geleneksel medyanın önemli araçlarından biri olan “televizyon” için üretilen haberlerin kolayca paylaşılabileceği sosyal medya mecraları önemli bir yer tutmaktadır.

İnternetin hayatımıza girmesi ile televizyon başında geçirilen süre kısalmış ve dijital teknolojiler kullanılarak internet üzerinden televizyon yayıncılığı başlamıştır. Genç kitleleri ekrana çekmenin yollarından biri olarak sosyal medyanın önemini fark eden televizyon kanalları, sosyal medya ile bağlarını güçlendirecek ve yayın içeriklerinin bu sosyal platformlarda dolaşım içerisinde olmasını sağlayacak politikalar geliştirmektedirler. (Hamamcı, 2015: 24-25)

Yayın öncesi ve yayın sırasında sosyal medya hesapları üzerinden paylaşımda bulunan kanallar kendi izleyici kitlelerinin yanı sıra potansiyel kitlelerini de bilgilendirmekte ve yeni yayınlardan haberdar etmektedirler. Özellikle Twitter aracılığı ile dizi yayınları sırasında hashtag çalışmaları yapan kanallar, fragmanlar ve dizi klipleri içinse Youtube kanalını aktif olarak kullanmaktadırlar.

İnternetin gelişimi ile birlikte geleneksel televizyon yayıncılığı anlayışında da önemli değişimler yaşanmaktadır. Televizyon, sosyal medyanın teknolojik unsurları ile uyum sağlayarak izleyiciler için “her zaman ve her yerden ulaşılabilir içerik”, interaktif katılıma olanak sağlayan ve akıllı cihazlarla da uyumlu yapısı ile hayatımızın her alanında önemli yer tutmaktadır. İzleyiciler farklı çözünürlükteki içerikler arasından seçim yapabilmekte ve isteğe bağlı video hizmetlerinden faydalanabilmektedir. Seyahat halindeyken bile yüksek kalitede ses ve görüntüye erişebilen izleyiciler yayınla da etkileşeme girebilmektedir. (Büker, 2013: 139)

Analog yayıncılığın yapımcılardan tüketicilere doğru tek yönlü yapısına karşın dijital televizyon, izleyicilere setleriyle sohbet etme şansı tanımaktadır. Devrimsel bir nitelik taşıyan bu gelişme ile etkileşim kapasitesi dört yolla gerçekleşmektedir. İzleyiciler izledikleri yayının zamanlama ve sunumunu kontrol edebilmekte, görüş ve düşüncelerini yapımcılara ve diğer izleyicilere iletebilmekte, yalnız bir seyirci değil aynı zamanda “katılımcı” olabilmekte ve elektronik ticaret hizmetleri geliştirebilmektedirler. (aktaran Murdock, 2000: 51)

İnternet ve bilgi teknolojilerinin televizyona olan etkileri IPTV, Mobil TV, İnternet/Web TV ve OTT TV gibi farklı yayıncılık türlerinin doğmasına neden olmaktadır. Teknolojinin gelişmesi, televizyon yayıncılığının maliyetlerini düşürerek alternatif yayıncılık modellerinin gelişmesine neden olmuştur. (Akyol, 2015: 129)

IPTV, Elektronik Program Rehberi, İsteğe Bağlı İçerik, İzle ve Öde, önceden yayınlanan ancak izlenemeyen bir televizyon programını izleme, Kişisel Video Kaydedici, Ses İletimi gibi olanaklar sağlayan etkileşimli deneyim sunan servistir. IPTV'nin temel unsurları IP (internet protokolü) tabanlı olması, kapalı bir sistem olması, güvenli ve güvenilir bir sistem olması, hizmet kalitesi ve etkileşimli bir sistem olması olarak sıralanabilmektedir. (Büker, 2013: 151) Mobil TV, genel olarak televizyon hizmetlerinin mobil televizyonlara uygulanması şeklinde tanımlanabilir. Hücresel şebekeler üzerinden gerçekleştirilen Mobil TV, kullanıcıların mobil ortama uyumlu hale getirilmiş içerik hizmetleri almasına da olanak sağlamaktadır. (Akyol, 2015: 115) İnternet TV'de ise geleneksel televizyonculuk anlayışından farklı olarak kullanıcılar, kendi ürettikleri içeriklerle yayıncı olabilmektedir. İnternet TV, kurumsal yayınlar, eğitim içerikleri veya video konferans amaçlı olarak kullanılabilmektedir. (Büker, 2013:156) İnternet teknolojisi sayesinde bir sesi ya bir görüntüyü bir ortamdan başka bir ortama taşımak için artık farklı teknolojik sistemlere başvurulması gerekmemektedir. Tek bir taşıyıcı sistem bu farklı üç göstergeyi bir ortamdan bir başka ortama ışık hızıyla taşıyabiliyor.

crowdsourcing

iron
(bkz:kitle kaynak) belirli bir işin gerçekleştirilmesi için tutulmuş ücretli personelin veya şirketin yerine işin, genellikle internet üzerinde, büyük bir grup insana havale edilmesini ve onlar tarafından yerine getirilmesini ifade eder (The New York Times Magazine, 2016).

Facebook'ta yapılan tercümelerin kullanıcıların onayına sunulması, Foursquare ve Swarm vb. sosyal ağlarda yer adlarının, konumlarının ve o yer ile ilgili bilgilerin kullanıcılar tarafından oluşturulması, kitle kaynağa örnek verilebilir.

Kitle kaynağın internet dünyasındaki en önemli örneği Vikipedi'dir. Vikipedi ile çok sayıda yazara ve editöre, personel olarak ihtiyaç duymadan, farklı ülkelerdeki internet kullanıcılarının katkılarıyla dünyanın en büyük ve en çok farklı dile çevrilmiş ansiklopedisi oluştu. Kitle kaynağın en önemli avantajı pek çok farklı insanın fikirlerini, becerilerini ve bilgisini bir araya getirip ortak bir bilgi kaynağı oluşturmasıdır. Ancak kalitenin belirli bir seviyede tutulması için standartların çok açık ve katı bir şekilde belirlenmesi gerekir (Daily Crowdsource, 2016).
4 /