1 aydır premium üyelik almaya çabaladığım ama bir türlü kartımı kabul etmeyen müzik uygulaması.
ümmet hızına yetişemiyor reis.
Piskopos, bazı hıristiyan kiliselerinde, birkaç cemaatten oluşan bir bölgenin başpapazı olan, fetva verme yetkisine sahip üst kademeden din adamı. Katolik Kilisesi'ndeki en yüksek makamın sahibidir.
Svetitshoveli Katedrali'ne ev sahipliği yapan şehir.
Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (TDGF) ya da daha yaygın ismiyle Devrimci Gençlik (DEV-GENÇ), 1965'in sonlarında kurulan FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) içerisinde yer alan öğrenciler tarafından dönemin özgünlüğünde kimi fikirsel ve mücadele pratiğine dair ayrılıklar üzerine kurulan, üniversiteli sosyalist gençlik örgütlenmesidir. Başkanlığını Ertuğrul Kürkçü ve Bülent Uluer yapmıştır.
(bkz:dev-genç)
Devrimci Sol (kısaca Dev-Sol), 1978 başında Bülent Uluer, Paşa Güven ve Dursun Karataş`ın başında olduğu yasadışı örgütü, Devrimci Yol merkezi ile çeşitli konularda uyuşmazlık içinde olduğunu belirterek ilişkilerini askıya aldığını açıkladı. İstanbul merkezli grup aynı isimli bir dergi çıkarmaya başladı.
Ayrışma sonrası üniversitelerde türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) kuruldu. Devrimci Yol`un SSCB`de revizyonist diktatörlüğün hüküm sürdüğü tespitine katılmıyarak; iç savaş tespitinin Mahir Çayan`ın öncü savaş stratejisini reddettiğini; ve direniş komiteleri önerisinin yatay örgütlenmeye yol açarak, yukarıdan aşağıya örgütlenmeyi törpülediğini savunuyorlardı.
Ayrışma sonrası üniversitelerde türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) kuruldu. Devrimci Yol`un SSCB`de revizyonist diktatörlüğün hüküm sürdüğü tespitine katılmıyarak; iç savaş tespitinin Mahir Çayan`ın öncü savaş stratejisini reddettiğini; ve direniş komiteleri önerisinin yatay örgütlenmeye yol açarak, yukarıdan aşağıya örgütlenmeyi törpülediğini savunuyorlardı.
Bayrampaşa Cezaevi ya da eski adıyla Sağmalcılar Cezaevi, 1968 ve 2008 yılları arası Türkiye'nin İstanbul ilinin Bayrampaşa ilçesinde hizmet veren bir cezaevidir. Türkiye'nin en büyük cezaevlerinden biri olan Bayrampaşa Cezaevi'nin yapımına 1956 yılında başlandı ve 1968 yılında hizmete girdi.
1960'da Boyabat'ta doğan Nevzat Çelik, 1965'de ailesiyle birlikte İstanbul'a geldi. Mart 1980 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (DGSA) Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu (UESYO) Grafik bölümü birinci sınıfta okurken tutuklandı. Dev-Sol davasından idam istemiyle yargılandı.
1984'ta Şafak Türküsü adlı şiir dosyası Akademi Kitabevi Şiir Ödülü birincilik ödülünü alarak kitaplaştı.
1984'ta Şafak Türküsü adlı şiir dosyası Akademi Kitabevi Şiir Ödülü birincilik ödülünü alarak kitaplaştı.
Şairi nevzat çelik şöyle anlatıyor bu türkünün hikayesini;
“Şu tek tip elbise direnişinin filan başladığı cezaevidir. Burada işte bize tek tip elbiseler giydirdiler, kapı altından girerken işte acayip saçımızı sakalımız işkenceyle kestiler. Daha sonra işte, küçücük pencereleri vardı, ve tel örgüleri vardı, sık demir örgüleri vardı. İşte biz girer girmez, şey yaptık, çıkarttık tabii üstümüzdekileri. O Tel örgüleri falan parçaladık çünkü, içeriye hava bile girmiyordu.
Yaklaşık iki buçuk yıl boyunca, biz o hücre tipi cezaevinde, üç kişilik ve tek kişilik hücrelerde 2.5 yıl boyunca havalandırmaya çıkamadan yaşamak zorunda kalmıştık. Şafak Türküsü, 83'te Metris'te esas olarak yazıldı, ama tamamlanma süreci şeydir. Bayrampaşa Özel Tip Cezaevi'dir.
Şimdi yazdığım süreç, Haziran ortaları filandı, 83'te 5-6 aylık bir yazma süreci vardır Şafak Türküsü'nün. İşte biz operasyonla, yani yazılma sürecinde operasyonla Bayrampaşa Özel Tip Cezaevi'ne nakledildik. Orada zaten şeyimiz kalem ve kağıdımızın olmasının dışında hiçbir şeyimiz yoktu. Pijama terlik yaşadık zaten. O süreçte yazıldı, zaten açlık grevine başlamıştık. Gelir gelmez bir otuz gün süren bir açlık grevi yaşadık Bayrampaşa Özel Tip Cezaevi'nde. Yani Şafak Türküsü'nün yazılma süreci içerisinde bir 30 günlük açlık grevi de girmiştir.
Ben, idamla yargılanıyordum. Sonuçta sadece ben değil benim gibi yüzlerce kişi idamla yargılanıyordu. Yani hemen hemen her davada tutukluların neredeyse üçte biri, dörtte biri filan idam istemiyle yargılanıyorlardı. Aslında adi vakadan biri haline gelmişti. Çünkü diyelim ki 16 kişinin kaldığı bir hücrede 10 kişi idamla yargılanıyordu. Ya da 3 kişilik bir hücrede iki ikisi idamla yargılanabiliyordu. Dolayısıyla herkes için ortaklaşa ve giderek sıradanlaşan bir duygu haline geliyordu.
Fakat bir taraftan da idamlar gerçekleştiriliyordu. Tanıdığımız birebir tanıdığımız insanları da asmaya başlamışlardı. Doğal ki tabii bu senin kendi hayatında bir somut bir olgu olarak duruyor. Ve sen gerçekten dört duvarın içerisindesin, başka bir hayattasın ve zamanı belli olmayan, hem yargılama sonucu idama gitme açısından, hem tahliyeye giden süreç açısından baktığın zaman, neye çıkacağını asla bilemediğin bir psikoloji içerisinde yaşıyorsun. Ve o dönemde temel olgusu da insanların idam edilmesidir.
Dolayısıyla ben de bir şairdim. Bu duygunun zaten içerisindeydim. Ama bunu kavramsal bir süreç içerisinde yerini anlatabilmek, duyurabilmek için ya bu saiktir bana elbette Şafak Türküsü'nü esin olmak bana yazdıran. Bunu bir başkaldırı olarak düşünmemiz lazım, çünkü şiirin bütününe baktığın zaman orada asla yılmayan, pes etmeyen ve gelecek güzel günleri isteyen güzel gündüzünde sömürülmeyen, gecesinde aç yatılmayan bir dünya ve özgürlüğü isteyen insanların ortak dramını yakalayan bir şeydir.
Dolayısıyla daha ilk başından şeyi söyler ya; 'beni burada arama anne kapıda adımı sorma saçlarına yıldız düşmüş koparma anne ağlama' yani, en başından şey yapar, itiraz eder. Yıkılmamasını söyler annesine. Ve dolayısıyla bütün o inanmışlara, halka gelecek güzel günlerin bir inancı, direnci temsil eder.
Şimdi benim şiirler tabii ki, 82, 81 ortalarından itibaren dışarıya çıkmaya başlamıştı. Ya adım da zaten bir biçimde şaire çıkmıştı cezaevinde. Ya mektuplar yoluyla, işte cezaevi idaresinde filan mektuplarda bir biçimde benim şiirlerim yer alıyordu. Bu dışarı çıkarma yazdığını, bizimle ilgili bir şeydi.
Fakat, ya benim ilk şiirlerimi şair anlamında işte bir lehçe anlamında fark edenler şeydir, A. Kadir, Tanju Cılızoğlu. A. Kadir'İn mesela çok şeyi vardır. Desteği, övgüsü vardır. Bestelenmeden önce zaten, liste başı olan ve işte ne bileyim çok fazla sayıda satan bir kitaptı. Daha sonra benim müebbet türküsü yayınlandı. Müebbet Türküsü de aynı şekilde, aylarca iki kitap yan yana liste başı kaldı. Ahmet Kaya'nın onu kaset haline getirmesi, orada birkaç şiir daha vardır, dört şiir vardır o kasette. 1986 ortalarıdır.”
“Şu tek tip elbise direnişinin filan başladığı cezaevidir. Burada işte bize tek tip elbiseler giydirdiler, kapı altından girerken işte acayip saçımızı sakalımız işkenceyle kestiler. Daha sonra işte, küçücük pencereleri vardı, ve tel örgüleri vardı, sık demir örgüleri vardı. İşte biz girer girmez, şey yaptık, çıkarttık tabii üstümüzdekileri. O Tel örgüleri falan parçaladık çünkü, içeriye hava bile girmiyordu.
Yaklaşık iki buçuk yıl boyunca, biz o hücre tipi cezaevinde, üç kişilik ve tek kişilik hücrelerde 2.5 yıl boyunca havalandırmaya çıkamadan yaşamak zorunda kalmıştık. Şafak Türküsü, 83'te Metris'te esas olarak yazıldı, ama tamamlanma süreci şeydir. Bayrampaşa Özel Tip Cezaevi'dir.
Şimdi yazdığım süreç, Haziran ortaları filandı, 83'te 5-6 aylık bir yazma süreci vardır Şafak Türküsü'nün. İşte biz operasyonla, yani yazılma sürecinde operasyonla Bayrampaşa Özel Tip Cezaevi'ne nakledildik. Orada zaten şeyimiz kalem ve kağıdımızın olmasının dışında hiçbir şeyimiz yoktu. Pijama terlik yaşadık zaten. O süreçte yazıldı, zaten açlık grevine başlamıştık. Gelir gelmez bir otuz gün süren bir açlık grevi yaşadık Bayrampaşa Özel Tip Cezaevi'nde. Yani Şafak Türküsü'nün yazılma süreci içerisinde bir 30 günlük açlık grevi de girmiştir.
Ben, idamla yargılanıyordum. Sonuçta sadece ben değil benim gibi yüzlerce kişi idamla yargılanıyordu. Yani hemen hemen her davada tutukluların neredeyse üçte biri, dörtte biri filan idam istemiyle yargılanıyorlardı. Aslında adi vakadan biri haline gelmişti. Çünkü diyelim ki 16 kişinin kaldığı bir hücrede 10 kişi idamla yargılanıyordu. Ya da 3 kişilik bir hücrede iki ikisi idamla yargılanabiliyordu. Dolayısıyla herkes için ortaklaşa ve giderek sıradanlaşan bir duygu haline geliyordu.
Fakat bir taraftan da idamlar gerçekleştiriliyordu. Tanıdığımız birebir tanıdığımız insanları da asmaya başlamışlardı. Doğal ki tabii bu senin kendi hayatında bir somut bir olgu olarak duruyor. Ve sen gerçekten dört duvarın içerisindesin, başka bir hayattasın ve zamanı belli olmayan, hem yargılama sonucu idama gitme açısından, hem tahliyeye giden süreç açısından baktığın zaman, neye çıkacağını asla bilemediğin bir psikoloji içerisinde yaşıyorsun. Ve o dönemde temel olgusu da insanların idam edilmesidir.
Dolayısıyla ben de bir şairdim. Bu duygunun zaten içerisindeydim. Ama bunu kavramsal bir süreç içerisinde yerini anlatabilmek, duyurabilmek için ya bu saiktir bana elbette Şafak Türküsü'nü esin olmak bana yazdıran. Bunu bir başkaldırı olarak düşünmemiz lazım, çünkü şiirin bütününe baktığın zaman orada asla yılmayan, pes etmeyen ve gelecek güzel günleri isteyen güzel gündüzünde sömürülmeyen, gecesinde aç yatılmayan bir dünya ve özgürlüğü isteyen insanların ortak dramını yakalayan bir şeydir.
Dolayısıyla daha ilk başından şeyi söyler ya; 'beni burada arama anne kapıda adımı sorma saçlarına yıldız düşmüş koparma anne ağlama' yani, en başından şey yapar, itiraz eder. Yıkılmamasını söyler annesine. Ve dolayısıyla bütün o inanmışlara, halka gelecek güzel günlerin bir inancı, direnci temsil eder.
Şimdi benim şiirler tabii ki, 82, 81 ortalarından itibaren dışarıya çıkmaya başlamıştı. Ya adım da zaten bir biçimde şaire çıkmıştı cezaevinde. Ya mektuplar yoluyla, işte cezaevi idaresinde filan mektuplarda bir biçimde benim şiirlerim yer alıyordu. Bu dışarı çıkarma yazdığını, bizimle ilgili bir şeydi.
Fakat, ya benim ilk şiirlerimi şair anlamında işte bir lehçe anlamında fark edenler şeydir, A. Kadir, Tanju Cılızoğlu. A. Kadir'İn mesela çok şeyi vardır. Desteği, övgüsü vardır. Bestelenmeden önce zaten, liste başı olan ve işte ne bileyim çok fazla sayıda satan bir kitaptı. Daha sonra benim müebbet türküsü yayınlandı. Müebbet Türküsü de aynı şekilde, aylarca iki kitap yan yana liste başı kaldı. Ahmet Kaya'nın onu kaset haline getirmesi, orada birkaç şiir daha vardır, dört şiir vardır o kasette. 1986 ortalarıdır.”
1957 yılında Rize Pazar'da doğdu. Müziğe küçük yaşlarda ilgi duymaya başladı. İlk ve orta öğrenimini Pazar'da tamamladı. Daha sonra İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuvarı Temel Bilimler bölümünü bitirdi. 1998 yılında Türkiye'nin tanınmış müzisyeni olmayı başardı.O günden beri söylediği her ezgi aklımızda kalmayı, Erkan Oğur ile yaptığı her düet, ABD-Rusya ittifakından daha güçlü olmayı başarmıştır.