yazarların kendilerini sakinleştirmek için yaptıkları eylemler

immortallydia
Gerildiğiniz ya da sinirlendiğiniz zaman kendinizi sakinleştirmek için ne yaparsınız?

Sinirlendiğim ya da gerildiğim zaman evde durdukca sinir katsayım artar mesela benim. O yüzden mutlaka açık havaya çıkar ve müzik dinlerim.
2
petra
İlk defa kullanacaklar için yarim doz almalarını öneririm. Yani 3. Dkda falan durdurun fazlası sizi gerçek dünyadan soyutlayabilir. Hayır sonra bittiğinde ulan rüya miydi demeyin.
anne boleyn
Beni sinirlendiren kişi yanımdaysa bana yahut sevdiklerime hakaret söz konusuysa kendimi tutamayıp saldırırım. Sonra da rahatlarım. Sinirlendiğim kişi yanımda değilse ama ulaşabileceğim bir yerdeyse gidip yüzyüze görüşüyorum o kadar üşengeç olduğum halde sinirlenince gözüm hiçbir şeyi görmüyor. Görüştükten sonra kişi genellikle kusura bakma tavırlarına bağlıyor gene rahatlıyorum. Hiç yanımda değilse ulaşamayacağım bir yerdeyse önceden saçımı başımı yoluyordum sinirden, şimdilerde ise derin derin nefes alıp kafamı dinleyip kendimi sakinleştirebiliyorum. Ama ona saydırmazsam olmaz tabii...
evet babamın karadeniz damarını almışım... sinirlenince cinnet geçirecek pozisyonda olabiliyorum hatta bu lise 9. sınıfta okuldan atılmama sebep olmuştu. Bana pahalıya patlıyor. Ancak sinirlendikten sonra bir şey yapınca rahatlayabiliyorum, sakinleşiyorum.
i am groot
Dışarı çıkıp yürümek iyi geliyor. Sanırım benim kendimle alakalı bir şey daha var, çok üzgün olduğum anların yanı sıra çok kızgınken de ağlıyorum istemsiz bir şekilde... sinir boşalması mı dersiniz, kriz, travma vb. Bir şey mi bilmiyorum ama bu böyle ve çok rahatsızım bu durumdan.
5
petra
herr muller'e özelden bi mesaj çakarım bi türk kahvesi muhabbeti derken aşk acısı mı dert mi bir şeycik kalmıyor swh swhshwhshwhhwh
ekaya
Bir sigara yakar kendi kendime söylenirim ya da en yakın arkadaşımı arar beni kim sinirlendirdiyse onun hakkında ileri geri konuşup deşarj olurum.
4
besiktas
sakinliğimi bozan unsura göre değişir ama genellikle bir şeyler okurum. birkaç saat önce gerçekleştirdiğim eylemdir ayrıca. buyrun;

“Haklısın Ayşe, aşkın yaşı vardır. Aşık olmuş insan daha önce kaç yıl yaşamış olursa olsun, on yedi yaşındadır. Aşkın yaşı on yedidir Ayşe. Ben, bugün sayende on sekizime basıyorum. Hoşça kal.”
Erdal Tosun, Üsküdar'a Giderken, 2011

Adını ikinci sınıf tatil müptelaları, birtakım tapu ve kadastro memurları ve yerel halkının dışında pek kimsenin duymadığı bir sahil kasabasında bir Temmuz akşamıydı. Kasabanın uçsuz bucaksız mavi sulara baktığı sahilinin kayalıklarında, 12 yaşında kara tenli iki cılız çocuk silueti, yan yana oturmuşlardı. Birinin adı Samet, diğerininki Erdal. Batmakla meşgul güneş, ikisinin de yüzünü kızıla boyamış. Etrafta kimsecikler yok. Sahilin ayyaşları bile yok. Yalnız ikisi var, bir de Samet'in boyundan büyük derdi.
“Bir şey demeyecek misin oğlum, aşık oldum diyorum.”

“Olduysan oldun amına koyayım, bana mı sordun turist kıza aşık olurken? Unutursun.” diye çıkıştı Erdal. Birkaç dakikalık sessizlik çöktü üzerlerine. Erdal'ın içi rahat etmedi.

“Nasıl bir kız?” diye sordu.

“Sarışın, zayıf işte. Öyle konuşamadık zaten.”

“Nerede gördün?”

“Dükkana geldiler.”

Babası Murat Abi'nin hediyelik eşya dükkanında, getir göre koşturuyordu Samet.

“Buralı mıymış kız?”

“Bilmiyorum ki. Değildi sanırım,” işaret parmağıyla, üstünde oturdukları kayaların tam karşı şeridinde kalan büyük oteli gösterdi, “bileğinde otel bilekliği vardı. Değil sanırım buralı.”

“Sıçtın o zaman, diyeyim ben sana. Ne bok yemeye tutulursun ki önüne gelene?”

“Düzgün konuş Erdal.”

Erdal üstelemedi, şortunun cebinden iki dal sigara çıkardı. Birini Samet'e uzattı.

“Sigarayı nasıl buldun oğlum, çaldın mı yoksa?”

“Karışma orasına. Çakmağın var mı lan?”

“Var. Brezilya maçı bugün müydü?”

“Yok. Pazartesi sanırım.”

Samet de çakmak çıkardı, sıska parmaklarının arasında tutuşturdu dumanını içine çekmeyi bile bilmediği sigaranın ucunu. Sonra da Erdal'a verdi çakmağı. Akordu bozuk bir enstrümanın çıkardığı seslere evrilmiş ses tonları, yeni yeni filiz vermiş bıyıkları ya da iki aya kalmadan başlayacak yedinci sınıf seneleri yetmiyormuş gibi bir de sevda tasası çıkmıştı başlarına. Sevdanın, hayatları boyunca hep de en olmayacak zamanlarda kendilerini yakalayacağından ve bundan bir kez olsun kaçamayacaklarından o yaşlarında henüz haberdar değillerdi. Mahallelerindeki abilerinin ellerinde görüp özendikleri sigaralarını bitirdikten sonra kayaların üstüne attılar, izmaritlerini de özenle ezdiler. Terliklerinden gelen ritimsiz şıpırtılar eşliğinde sıralı konuşlanmış evlerine yürüdüler. Güneş yüzünü iyiden iyiye bulutların arkasına gizlemiş, her taraf kararmıştı.

*

Ertesi sabah, aynı yerde, bu sefer yalnızca Erdal ve Samet değil; Tahir, Bora ve Sertaç da toplanmışlardı. Hepsi ufak tefek çocuklardı. Aynı sınıftalardı. Yaz tatilinde her biri ya sağa sola çırak verildiğinden ya da evden dışarı salınmadığından, Pazar günleri bu kayalıklarda buluşuyorlardı. Normalde buluşmalarında top oynamak, mahallelerindeki genç kızların göğüslerinden konuşmak veya güreşmek gibi aktivitelerle meşgul oluyorlardı ama o sabah yüzlerinde yaşlarına ağır gelen bir ciddiyet vardı. Aşık olmak gibi tanışık olmadıkları bir vaziyetle karşılaşmış Samet için, ne yapacaklarını bilmeden düşünüyorlardı.

“Ne yapacaksın şimdi?” dedi Tahir.

“Gidip konuşacak değil ya,” diye araya giren Erdal'dı, “Konuşsa ne çıkar sanki? Kız turistmiş.”

“Ne bileyim oğlum, aklımdan çıkmıyor ama.”

“Kız turist mi lan?” diye sordu Bora. Başını ağır ağır kaldırıp indirerek onayladı Samet.

“Göğüsleri büyük mü lan?” sorusuysa Sertaç'a aitti. Sertaç bir yıl sınıfta kalmıştı, bir yıl da geç yazılmıştı okula. İki yaş büyüktü yani, hormonsal meselelerle başı daha büyük beladaydı. Sürekli diken üstündeydi.

“Siktir git Sertaç, dağıttırma suratını.”

“Ne dedik amına koyayım, soru sormak da yasak. Ben gidiyorum, gelirim on beş dakikaya.”

Nereye gittiğini soranlara pek kulak asmadı, sallana sallana, sağını solunu kaşıya kaşıya yürüdü kayalıkların arkasında kalan ağaçlığa. Diğerleri muhabbete bir süre daha devam ettiler, sonra hepsinin aklındaki soruyu dile getirdi Erdal.

“Nereye gitti lan bu Sertaç? Gelin de bi' bakalım şuna.”

Erdal önde, diğerleri arkada ağaçlığın arkalarına doğru yürümeye başladılar. Sağa sola bakınarak ilerlerken Bora, işaret parmağıyla 50 metre kadar ilerde bağdaş kurmuş olan Sertaç'ı işaret etti. Oldukları yerde çıt çıkarmadan seyretmeye başladılar. Çok da yakın olmadıklarından sadece Sertaç'ın sağ elini yumruk yapmış, ısrarla ve sinirle yukarı aşağı salladığını görüyorlardı. Ne yaptığına anlam veremeyince biraz daha seyredip ses etmeden geri döndüler. O yaşlarında, hayatlarının geri kalanında varlığı ve yokluğuyla birçok farklı anlama gelecek, yalnızlık veya mutsuzluk gibi tonla duygu ve ideolojiyle birbirine karışacak, ölüm onları bulana kadar da bir şekilde muhatap olacakları alışkanlıkla henüz tanışmamışlardı. Otuzbirin ne olduğundan henüz haberdar değillerdi.

Kayalıklara döndükten ve Samet'in çiçeği burnunda aşkının dışında futboldan, yakında başlayacak olan orta ikinin zorluğuna dair duyumlardan ve karşılarındaki otele gelen yabancı kadınlardan konuştuktan sonra akşama doğru kalabalık dağıldı, Sertaç zaten ağaçlığa gittikten sonra aralarına dönmemişti. Samet'le Erdal, önceki akşam olduğu gibi yalnız başlarına kaldılar. Gündüz aldıkları büyük boy çekirdek paketine uzandı Erdal, dibinde biraz kalmıştı. Samet'e de uzattı. Samet istemedi. Batmasına bir saatten fazla kalmış olan güneşin suratlarını boyayan ışığı, bu sefer çok daha keskin ve sarımtıraktı.

“Hala aklında mı?”

“Kız mı?”

“Kız.”

“Hiç çıkmıyor ki.”

“Ne yapacaksın şimdi?”

“Bilmiyorum, aklım durdu.”

“Belki gelirler yarın dükkana, anasıyla filan yani…”

“Gelseler ne çıkar oğlum, gördüğümde sormuştum. Yakında geri dönüyorlarmış.”

“Siktir, konuştunuz mu?

“Biraz.”

“Neden dün anlatmadın lan?”

“Ne bileyim, hatırlamak istemedim.”

“Ee, başka ne dedi?”

“Çok bir şey konuşamadık, annesi markette poşetlerini unutmuştu, onları almaya gidince bir cesaret düştüm yanına. Adını filan sordum işte…”

“Neymiş adı?”

“Buket.”

“Güzelmiş. Başka ne anlattı?”

“Otele gelmişler işte, gemiyle.”

“Gemiyle mi?”

“Gelemezler mi gemiyle?”

“Gelirler tabi de ne bileyim. Ne zaman dönecekmiş?”

“Dükkana Perşembe günü gelmişlerdi, o zaman altı gün demişti,” bir an durup ufak bir parmak hesabı yaptıktan sonra devam etti, “üç güne gidiyorlar.”

“Azmış.”

“Öyle.”

“Şu otelde kalıyorlardı değil mi?” dedi Erdal, başıyla karşı kıyıdaki devasa binayı göstererek.

“Evet.”

“O zaman geldikleri gemi de muhtemelen şu, yolcu gemisi çünkü.”

“Evet amına koyayım, evet. Muhtemelen o. N'apacaksın? Gelme üstüme ya!”

Erdal bu sefer alttan almadı, “Bak çocuk. Siktirme amfinin lambalarını, doğru konuş benimle. Bebek yok karşında.”

“Konuşmazsam ne olur lan, koduğumun hint fukarasına bak, bana akıl öğretiyor.”

Mahallelerindeki abilerinden, sahilde zaman zaman biriken ayyaşlardan, çalıştıkları dükkanlara uğrayan hemen herkesten duyup öğrendikleri ne kadar emanet küfür varsa birbirlerinin suratına çarpmaya başladılar. Laflarının bitmesini beklemeden araya giriyorlardı, oturdukları kayalardan sinirle ayağa fırlamışlardı. Küfürleşmek bir yerden sonra hararetlerini almaya yetmedi. Erdal, Samet'in suratına doğru gelişine bir yumruk salladı, kulağını ıskalayıp geçti. Yakmıştı. Samet de Erdal'ın üstüne çullandı. Sigarayı içmeyi nasıl doğru dürüst bilmiyorlarsa kavga etmeye de o kadar yabancılardı, yaşlarına büyük gelen öfkelerini atana kadar boğuştular. Kan ter içinde kalınca durulup yan yana çöktüler. Bir süre ikisi de konuşmadı. Erdal birden hiddetlendi.

“Anlamadan, bilmeden konuşuyorsun oğlum. Bizim Serhat Abi var ya, annemin kuzeni, karşıdaki otelin güvenliğinde çalışıyor, o bizi sokar belki içeri diyecektim…”

Samet'in gözleri fal taşı gibi açıldı, göğüs kafesinin içi pişmanlıkla doldu. Erdal'a döndü.

“Ciddi misin lan?”

“Ciddiyim tabi oğlum, eve gidince konuşayım, madem bu kadar heveslisin. Bir konuşturmadın ki…”

Samet n'apacağını bilemedi, sert bir yumruk attı Erdal'ın sol omzuna.

“Aslansın lan sen, vallahi aslansın. Yarın ben kaçarım bir şekilde işten, sen de Serhat Abi'den izni alırsın. Bir şekilde buluruz kızı otelde zaten. Vallahi aslansın sen Erdal, aslan!”

“Dur lan, dur. Siktin belamı, sakin ol az. Aramızda lafı olmaz da yavaştan kalkalım, geç olmadan sorayım ben de. Hadi,” dedi Erdal, kalktılar. Üst-başlarını silkelediler, Samet duramadı, Erdal'ın boynuna sarıldı. Otelde kızı bulup bulamayacakları, bulsalar bile ne konuşacakları, konuşsalar bile bunun neyi değiştireceği gibi sürüyle belirsizliği düşünmediler bile. İki sıska beden kolları birbirlerinin omuzlarında, batan güneşi arkalarına alıp mahallelerine doğru yürümeye başladılar. Yüreklerinde, bedenlerine tarifsiz bir enerji veren umutlarıyla.

Ertesi sabah, Samet karne gününden beridir dolaptan çıkarmadığı turuncu gömleğiyle kot pantolonunu üstüne geçirdi. Babası Murat Abi'den öğretmenini ziyarete gideceği yalanıyla bir izin bir de yirmi kağıt aldı, sokağa attı kendini. Erdalların evine koştu. Daha çıkmamıştı. Sağa dön, sola dön on dakika kadar zor bekledi. Erdal kapıdan göründüğünde gözleri parladı Samet'in, iki saniyede yanında bitti. Erdal'ın yüzü asıktı.

“N'oldu lan?”

Erdal, yüzünü yerden kaldırmadan,

“Serhat Abi ne işiniz var otelde, parkta oynayın topunuzu, aşk sizin neyinize, dedi. Ben de bir şey diyemedim,” dedi.

Samet bir an durdu, sonra gözlerinin dolduğu belli olmasın diye anlamsız, uzak bir istikamete çevirdi kafasını. Turuncu gömleğinin eskimiş bileklerini avuç içine kadar çekti, babasının çocukluğundan kalmaydı gömleği. Gözlerini silerken Erdal'dan gelen hırıltıya döndü. Sessiz sessiz, kahkahalarla gülüyordu şerefsiz.

“Ne gülüyorsun lan?”

“Oğlum çok safsın lan, vallahi bak.”

“Lan neyin saflığından bahsediyorsun? İşe gidiyorum ben, hadi yürü evine sen de.”

“Ne işi amına koyayım,” dedi Erdal fısıltıyla, evlerinin civarında oldukları için refleks olarak kısık sesle küfrediyorlardı, “yürü, otele gidiyoruz. Serhat Abi öğlen gibi gelirsiniz, diğer arkadaşlar yemekteyken içeri alırım sizi, dedi. Durumunu anlatmasam ona da izin vermiyordu da iyi kıvırdık gene, neyse.”

“Böyle işin şakası mı yapılır it,” gülmeden de duramadı Samet, yarı gülerek yarı sinirle, “öldürüyordun beni.”

“Az daha zırlarsan öğlen arası bitecek, yollanalım hadi.”

“E hadi.”

Güneşin kaldırımlarını yıkadığı dar sokaklardan, evlerin önüne serilmiş yıkanmayı bekleyen halıların, çırılçıplak sokağa salınmış bebeklerin, sırtında kendisinden büyük çuvalıyla çöp konteynerleri arasında mekik dokuyan kağıt toplayıcılarının ve evlenmek için sıralarını bekleyen mahallenin kızlarının arasından süzülerek sahile kadar indiler. Öğlen saatlerinde deniz, bakınca gözü alacak kadar parlaktır hep ama o gün daha da ışıltılıydı ikisi için. Otelin dev binasının etrafını çevreleyen geniş güvenlik kapısına geldiklerinde Erdal'ın gözleri Serhat Abi'yi, Samet'in gözleriyse daha ilk dakikadan Buket'i aramaya başladı. Karşılarındaki gişenin yarıya kadar açık penceresinden onlara seslenilene kadar da bakınmaya devam ettiler. Gişeden içeri girdikleri anda ortamın havasızlığı yüzlerine çarptı. Serhat Abi, otelin mutfağından söylettiği yarım ekmek tavuk döneri yerken eliyle karşısına oturmalarını işaret etti Samet'le Erdal'a.

“Hoş geldiniz bakalım delikanlılar, keyifler nasıl?”

Saçları üstten dökülmüş, kısa boylu, biraz kilolu, yanakları her daim kızarmış bir adamdı Serhat Abi. Güler yüzlüydü, iyiydi. Cidden iyiydi. 12 yaşında diye bir insanın hislerini çocuk yaşından ötürü siktir etmeyen, elinden geleni yapan bir insanın iyiliğini ölçmek hiçbir multimetrenin harcı değildir zaten. Serhat Abi ekmeğini bitirdikten, ardından da yanındaki sebilden yarım bardak su içtikten sonra sandalyesinden yaylanarak kalktı. Üstündeki kırıntıları silkeledikten sonra “Düşün bakayım önüme,” dedi, güler yüzlüydü yine, “bir iki diyeceğim var, sonra serbestsiniz.”

Güvenlik gişesinden otel binasının girişine doğru yürürken Serhat Abi ilk uyarısıyla başladı söze, “Otelin içinde sakın dikkat çekecek, insanlara kendinizi parlatacak bir hareket yapmıyorsunuz gençler. Sizi izinsiz aldığımı duyarlarsa beni de şutlarlar buradan. Gidin, kimle konuşmak istiyorsanız konuşun ama dikkat çekmeyin. Açsanız eğer açık büfeye yapışın, sorun yok. Ha, bir de en geç 2-3 saat içinde yanımda olun. Hadi bakalım, bekliyorum iyi haberlerinizi.”

Serhat Abi'den ayrıldıktan sonra Samet'le Erdal, seri adımlarla otelin içine doğru yürüdüler. Her yerde olabilirdi Buket, karınları açtı ama açık büfeye uğramadan çocuk havuzunun yerini sorup oraya doğru yürümeye başladılar. Havuzda yoktu. Oyun konsollarının toplandığı yere baktılar, yoktu. Sonrasında otelin animasyon alanı ve yemek salonuna da baktılar ama yine bulamadılar. Midelerini bastırsın diye birer muz alıp salonun kapısına çıkınca Erdal, “Samet, belki erken gitmişlerdir. Nasıl yapalım?”

Ayaklarına kara sular inmişti ikisinin de, bir merdiven basamağına çöktüler. Samet'in içine sığmayıp taşan başarısızlık hissi, belki hayatında ilk kez öyle şiddetli sarıyordu benliğini. “Bilmem ki,” dedi, bakışları yerdeydi. Erdal'ı da ne kadar yorduğunu fark etti, çocukcağızın sıska bedeni nefes nefese kalmıştı bir merdiven başında. “İyi,” dedi, “gidelim, böyle olacağı yok.” Tam otelin kapısına doğru yönelecekken karşılarındaki merdivenden inen bir kadın ve iki kız çocuğu gördüler, Samet'in bakışları tek yerde kilitlendi. “Erdal, bu o lan,” dedi gözlerini alamadan, “Sarışın olan. İlk gördüğümden daha da güzel şimdi.” Buket, annesinin dikkatli yüz bak, ben de yetişkinlerin havuzundayım, bir şey olursa hemen oraya gel, arkadaşına da göz kulak ol uyarılarını ardışık sıralanmış tamam yanıtlarıyla geçiştirip yanındaki arkadaşıyla havuza doğru yürümeye başladı. İlkten Samet'in, kızın annesi gözden kayboluncaya kadar beklediğini zanneden Erdal, çocuğa kal geldiğini fark edince, “Hadisene oğlum kaçacak gidecek kız, koş!” diye ittirdi Samet'i. Samet, 12 yıllık ömrü boyunca hiç olmadığı kadar zorlanarak attığı adımları birbiri ardına sıralayarak seslendi cılız, sarışın kız çocuğunun ardından.

“Buket!”

İki kız da arkasını arkasına döndü, “Efendim?”

“Nasılsın? Beni tanıdın mı?”

“Eşyacı dükkanındaki çocuksun, tanıdım. İyiyim. Sen nasılsın?”

“İyiyim ben de, yedinci sınıfa başlayacağım. Çok zor diyorlar.”

Buket başını salladı, diyecek bir şey bulamadı. Samet devam etti,

“Sen kaçıncı sınıfa başlayacaksın?”

“Altı.”

“Altı kolay, halledersin.”

“Sen de yediyi halledersin.”

“Seneye de buraya gelecek misiniz?”

“Bilmiyorum ki.”

“Gelsenize, buradaki denizi dünyada bulamazsın. İnsanı desen ayrı iyi. Mesela bizim bir Serhat Abi'miz var…” duraksadı, “Gelseniz çok iyi olur.” dedi.

“Gelebiliriz.”

“Geminiz saat kaçta kalkacak?”

“Yarın değil öbür gün, sabaha karşı.”

Samet gülen gözlerle başını salladı.

“Bizim gitmemiz lazım,” dedi Buket, gülümseyerek, “görüşürüz.”

“Görüşürüz. İyi yüzmeler.”

*

Otelden çıkmış eve yürürken, aralarındaki sessizliği Samet bozdu.

“Veda etmeye gideriz değil mi?”

“Bilmem. Bence kayalıklardan seyredelim.”

“Neden ki?”

“Daha az koyar oğlum gidişi, gölgesine veda etmek mi, kendisine veda etmek mi?”

Samet bir şey demedi. Aradan yarım dakika kadar geçti, belli belirsiz bir haklısın çıktı ağzından. O kadar.

Mahalleye döndüklerinde kendilerini kaosun ortasında buldular. Ambulanslar, jandarma, kim varsa gelmiş, mahalle savaş yerine dönmüştü. Etrafta gördükleri ilk tanıdık, mahallelerinin çaycısıydı.

“Ali Amca, ne bu karmaşa?”

“Sorma ya, perdeci Mehmet Abi'nin oğlu Sertaç yok mu, karşı mahalleden bir kıza hallenmiş. Sonra kızın babası da bunu duymuş, Sertaç'a sağlı sollu girişmiş. Mehmet Abi'nin eli de armut mu topluyor, kahveden kimi bulduysa toplamış, kızın babasına girişmiş. Ortalık karıştı, Sertaç'ı sağlık ocağına kaldıracaklardı en son. Babalarını filan da jandarma topladı. Giderler birazdan,”

“Eyvallah Ali Amca.”

*

Günler ve gecelerin insanoğluyla yüzyıllardır geçtiği dalgalarının aslı, yaşandıkları anlarda çektirdikleri eziyetler ve geçtikten sonra bıraktıkları ne kadar çabuk tükendi düşüncesi. Erdal ve Samet için ortasında büyüdükleri ve yıllar sonra büyük şehirlere göç ettiklerinde güzel hatıralarla anacakları memleketlerinin dar sokakları, kasabalarının sahilinden hareket edecek bir yolcu gemisini beklerken bir mayın tarlası gibi attıkları her adımı sorgulatır olmuştu kendilerine. Sayılı zaman çabuk geçti, Çarşamba gecesi ikisi de sözleştikleri saatte, gece 3'te, bir tüy kadar hafif ve sessiz hareket ederek çıktılar evlerinden. Evlerinin orda bir sokak lambasının altında buluştuklarında ikisi de tek kelime etmedi. Kayalıklara kadar da konuşmadılar. Samet'in, aşkından ilk kez bahsettiği kayalıklara oturdular yine. Tam aynı yere. Erdal yardı gecenin insanı büyüleyen sessizliğini.

“Samet lan.”

“Söyle Erdal'ım.”

“Bir şey diyeceğim ama kimseye söylemek yok.”

“Söyle.”

“Kimseye söylemek yok ama.”

“Tamam lan, tamam. Kimseye söylemek yok. Söyle.”

“Ben, Buket'in yanında duran o kıza aşık oldum.”

“Hani şu koyu kahverengi saçları olan kıza,”

“Evet.”

“Siyah çerçeveli gözlükleri var hani,”

“Evet, o.”

“Kısa boylu…”

“Evet amına koyayım, evet. O. Gelme üstüme ya!”

Samet kahkahalarla gülmeye başladı.

“Ne gülüyorsun lan?”

“Seneye gelecekler ya oğlum, o zaman da senin için gideriz.”

Erdal, Samet'in gözlerine umutla baktı.

“Gelirler mi?”

“Gelebilirler.”

“Samet, gelmezlerse eğer, biz gider miyiz?”

“Gideriz tabi.”

“Ciddi mi diyorsun lan?”

“Neden gitmeyelim oğlum, yedinci sınıfı bitirmiş olacağız. Kim laf yapacak?”

“Yaşa be.”

Göbek bağları başka annelerden kesilmiş iki birader, güneş bulutların arkasında saklandığı yuvadan ağır ağır çıkarken, yolcu gemisine doluşan kalabalık kafileyi seyretti. Tüm kafile, siluet formundaydı. İçlerinden, aşık oldukları kızın seyrettikleri siluetlerden hangisi olduğuna dair tahminlerde bulundular, birbirlerine söylemeden. Kafile gemiyi doldurdu. Geminin, limana bağlı halatları bir bir çözüldü. Tüm hazırlıklar tamamlanınca, son olarak güverteden acı bir veda çığlığı koptu. Falanca yolcusu ve filanca mürettebatıyla mavi sularda kaymaya başladı gemi. Bir Amerikan filminde yaşasalar gözyaşlarına hakim olamayacak biraderler, birbirlerine baktılar. Umutla. Sevda, on ikisinde de, otuz ikisinde de, elli ikisinde de umutlanmak anlamına gelecekti ikisi için de. Arkalarından baktıkları bir gemiye de, daha doğmadan koca anlamlar yükledikleri günlere de, karşılığı olsun veya olmasın her yeni sevdaya da öyle umutla bakacaklardı. On iki yaşında bunun farkında değillerdi belki, yükselen güneşin altında kayıp giden bir gemiyi seyre dalmışken bunları düşünmüyorlardı. Ama hatırlayacaklardı, içlerinde filizlenen her sevdada yeniden on ikilerine döneceklerdi. Kayalıklara uzanmış iki çocuk olacaklardı gene, uçsuz bucaksız maviliği seyredeceklerdi. Aynı umutla. Samet cebinden iki dal sigara çıkardı, Erdal da babasından çarptığı çakmağı çıkardı şortunun cebinden. Yaktılar sigaralarını, geri dönüp dönmeyeceğini bir an olsun düşünmeden, uçsuz bucaksız maviliğin içinde kaybolan geminin, üstünde yükselen güneşe ne kadar da yakıştığını düşünerek sigaralarını ciğerlerine çektiler, çektiler.

görkem çolak
1/2/17
ümraniye.
son çığlık -görkem çolak
0 /