confessions

nietzsche

Admin  · 26 Temmuz 2016 Salı

  1. toplam giri 345
  2. takipçi 29
  3. puan 9729

deniz gezmiş atatürk'ü sevmez miydi

nietzsche
68 kuşağının öncülerinden Deniz Gezmiş'in ağabeyi Bora Gezmiş Aydınlık'a konuştu. Burak Ersoy'un sorularını yanıtlayan Gezmiş, kardeşinin Atatürk'e bakış açısını da anlattı.

İşte röportajdan Bora gezmiş'in o yanıtı:

"Deniz Gezmiş Atatürk'ü sevmezdi.", "O Sosyalist idi, Atatürk'ü devrimci olarak görmezdi" gibi söylemler için ne diyorsunuz?

BORA GEZMİŞ: Deniz'in Atatürk'ü sevmediğini iddia etmek için bir delil ortaya koymanız lazım. Yalnız Deniz değil, 68 Kuşağı'nın yüzde 90'ı Atatürk'ü referans alarak "2. Kurtuluş Savaşı'nı başlattığını" söyler. Deniz hem Sosyalist'ti, hem Atatürkçüydü.

Bunu söylemek o kadar kolay ki; Deniz'in Atatürk'le ilgili Samsun'dan Ankara'ya Atatürk yürüyüşünde 'Türk halkına' diye açıklamaları var. Bazıları da diyor ki; önce Atatürk'ü referans alıyordu ama sonra Sosyalizm'e kaydı. O zaman da Deniz'in Mamak'taki en son savunmasını okuyacaksın. Mahkemede savcının "Bunlar Atatürk demezler, Mustafa Kemal'in kalpaklı resmini kendilerine referans alırlar..." şeklinde iddiada bulunması üzerine Deniz, "Atatürk'ü en çok koruyan biziz" der.

türkiye bu hale nasıl geldi

nietzsche
ilber ortaylı'nın deyimiyle uyuyan anadolu çomarı cesaretlendirildi. dedeleri osmanlı döneminde maraba takımı olan halk bomboş bir hayal ve ümmet uğruna (maddi çıkarı olanlar hariç) güzelim ülkemizi lağım çukuruna iteledi. işin ne kadar komik ve saçma olduğunu anlamak için örnek verecek olursak, günümüzde italyanlar'ın ''len biz roma imparatorluğunu dirilteceğiz'' dediğini düşünün..

ırk ve ırkçılık tartışmasında bilim

nietzsche
Evrim Ağacı olarak uzun bir süredir bahsetmeye çalıştığımız bir mevzu, Harvard Üniversitesi ve New York Eyalet Üniversitesi'nde görev almış, Türkiye Genom Projesi ile bilim camiasında önemli bir yer etmiş Yar. Doç. Dr. Ömer Gökçümen tarafından harika bir şekilde ele alınmış. Hani "Bize inanmıyorsanız, bir de uzmanından dinleyin." şeklinde, siz okurlarımıza sunmak istedik. Yine de, Evrim Ağacı olarak açıklamalarımızı hatırlamak için "İnsan türü tek bir ırk mıdır?" ve "Türleşme - 1: Tür Nedir? Tür Tanımları Üzerine..." başlıklı makalemizi okumanızı tavsiye ederiz.

---

2014 yılı içerisinde AKP MYK Üyesi Prof. Dr. Yasin Aktay'ın Bayburt Üniversitesi'nde konuşmacı olarak katıldığı bir panelde söylediği, “Türk diye bir ırk yoktur” sözleri büyük yankı uyandırmıştı. Aktay, bu sözleri söylediği salonda da daha sonra kamuoyunda da milliyetçi tepkilerle karşı karşıya kaldı.

TBMM Başkanı Cemil Çiçek, “Asla kabul edilemez. Tarihe ve sosyolojik gerçekliğe aykırıdır” diyerek; MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “Türk yoktur diyen belasını mutlaka bulacak, yediği içtiği boğazına düğümlenecek, hak ettiği cevabı en yakın zamanda Türk milletinden alacaktır.” diyerek tepki gösterdi.

İtirazlar, zaman zaman araya tehditlerin de karıştığı bir tonda sürdü ve durum öyle bir noktaya vardı ki Prof. Dr. Aktay, “aslında ne demek istediği”ne dair bir açıklama yapmak durumunda bile kaldı.

T24 haber portalından Hazal Özvarış işte bu tartışmanın izini 'bilimsel' bir noktada sürdü ve Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü araştırmacılarıyla birlikte yürüttüğü Türkiye Genom Projesi ile bilinen Yrd. Doç. Ömer Gökçümen ile bir söyleşi gerçekleştirdi.

Çalışmalarını, Harvard Tıp Fakültesi'nin ardından New York Eyalet Üniversitesi'nde sürdüren Gökçümen'in oldukça çarpıcı yanıtlarından bazıları şöyle:

“Bir biyologa sorarsanız, cevap kısa ve net: İnsan ırkı yoktur. Elimizdeki bilgiye göre, herhangi bir insan grubunu diğerlerinden ayıracak kadar genetik varyasyon (değişken) yok.

Biyolojik olarak ırklar gerçek olsaydı, şöyle bir durum olacaktı: Birbirlerinden tamamen ayrı iki popülasyon düşünün, bunlardan bir kişinin üç milyar harften oluşan genomlarına (bir canlının genlerinin tamamı) baktığınızda 'Bu kişi kesinlikle bu popülasyondandır, diğeriyle hiçbir alakası yoktur.' diyebilmeniz lazım. İnsanlara baktığımızda ise her şey birbirine girmiş durumda. Karmakarışık birçok varyasyon var ve bunu belirleyen en önemli etken coğrafya.

Irk konusunda, özellikle zaman meselesi insanlarda kafa karışıklığına yol açıyor. Modern insanın kökeni 200 bin seneye dayanıyor. Her ne kadar evrimsel olarak bu minik bir zamansa da bir tarihçi için tahayyül etmesi zor. O yüzden bir dilsel grup olarak Türkler veya daha uzun zamandır var olan Fransızca üzerinden ortaklaşan bir grup var gibi geliyor. Ama bundan 3-5 bin sene önce yaşayan Avrupalıların, şimdiki Avrupa topluluklarından nispeten farklı bir genetik yapısı olduğunu biliyoruz antik DNA çalışmalarından. Yani etnik kimliklerle birebir bağdaşan çok eski ve korunmuş genetik işaretlerin varlığı ile ilgili hiçbir şekilde genetik bir kanıt yok.

Etnisitelere dair bildiğimiz en derin genetik temeller belki Yahudi popülasyonlara dair vardır. Kendi içlerinde ilişkilendikleri (evlendikleri) için hızlı evrimleşen, pek bir işe yaramadığı düşünülen genetik işaretlerde bazı ortaklıklarını görüyoruz ama onların bile varlığı sadece birkaç bin sene geriye gidiyor. 2-3 bin sene önce muhtemelen Araplar ve İsrailliler aynı gruptu, zaten şu anda da bir Arap ve İsrailli çok benziyor. Coğrafya çok önemli olduğu için istatistik olarak bir Türk ve Arap'a kıyasla, bir İsrailli ile Arap daha benzerdir, çünkü aynı coğrafyanın, genel olarak Akdeniz havzasının işaretlerini taşıyorlardır. İnsanlar arasındaki çok küçük temaslar bile önemli. Örneğin bir köyden ayda yılda bir kız gitmesi bile genetik varyasyonun hemen karışmasına yol açıyor. “Isolation by distance” kuramına göre, bir gruptan ne kadar uzağa giderseniz, hızlı bir şekilde onlardan o kadar farklılaşıyorsunuz ve yakınınızdakilerle benzeşiyorsunuz. Bu durumda da Türkler ile Azeriler muhtemelen oldukça yakındır, ama Moğollardan nispeten farklıdır."


- Söylediklerinizden yola çıkarak; İstanbul'daki bir Türk Kırgızistan'daki bir Türk'ten ziyade yakınlarındaki bir Kürt'le daha mı yakın?

Başka gruplar için bu tip etnik köken ve coğrafyanın öneminin incelendiği için bunu söyleyebiliyorum; yakın. Bu örnek için de yüzde 90 garanti veriyorum, aksi kanıtlanırsa da çok şaşırırım. Ama tabii ki bunu test etmiş direkt bir çalışma yok.


- “Anadolu'da yaşayanlar” diye kategorize edebileceğiniz bir genom var mı?

Bu analizi yapmadık. Fransa üzerinden konuşalım, çünkü hem genetik bilgi var, hem orta yerde olduğu için Türkiye'ye benziyor. Bir Fransız'ın genomuna bakarak son 200 senedir bir yerde yaşadığını söyleyebiliyoruz. Bunun nedeni bu kişinin tüm atalarının binlerce senedir Fransa'da yaşaması değil, 2-3 yüzyıldır ailesinin Fransa'da yaşaması.

Bir analojiyle anlatayım: Masmavi bir ülke düşünün. Bin kişi bu ülkede yaşıyor ve bunların genomunun belli bir yerinde mavi T harfi var. Ve siz 10 kişilik, dizimde T yerine A olan kırmızı renkli bir aileyi alıp mavinin ortasına koyuyorsunuz. Yüzlerce yıl gibi kısa bir süre içinde kırmızı, mavilerin içine karışıyor ve mavinin ortası pembeleşerek yayılıyor ve mavinin rengi hafifçe değişiyor. Bu tip yüz binlerce işarete bakıyorsunuz ve bir insanın mavinin, kırmızının neresinde olduğunu bulabiliyorsunuz. Bu kadar. Yoksa “Fransızlar binlerce senedir orada, Fransız genleri var” veya “Bu adamda çok fazla Alman geni var, Almanya'dan geliyor olsa gerek'” diyemiyoruz.


- Biyolojide kullanıldığı için ders kitaplarına da ırk kavramı geçti. Biyoloji bu kavramdan ne zaman vazgeçti?

Çok yakın zamanda vazgeçti. Bu biraz utanç verici antropoloji ve biyoloji için. Bu benim uzmanlığım değil ama 1900'lerin ilk zamanlarında dünyada hiçbir entelektüel yoktu ki ırkların varlığından şüphe etsin. Bu İngiltere için de, Almanya, Türkiye için de geçerli. Siyahlar ve beyazlar arasında o kadar kuvvet ayrılığı vardı ki üstüne yoksul, aptal gibi saptamalar yapılıyordu. Fakat şimdi görüyoruz ki bu ayrımın gende bir temeli yok. Hiç fark yok değil, ama çok küçük ayrımlara çok büyük anlamlar yüklenerek yaratılmış değişiklikler.


- 1937'de Türkiye'de Atatürk'ün manevi kızı Afet İnan'ın öncülüğünde “Türk milletinin ırksal tespiti” için araştırma yapılıyor ve “Türklerin kafatası brakifesal, burun düz, gözler badem” benzeri saptamalar yapılıyor. Bunlar sizin için gerçek olmayan fiziksel çıkarımlar mı?

Öncelikle şunu anlatmam gerekiyor. İnsan genomunu oluşturan üç milyar harften bahsettik, bu ciltlerce kitap yapar. İki insanın genomları arasındaki fark ortalama binde bir. Genetik çeşitlilik dediğim şey bu yüzde 0,1 noktasında. Üstüne üstlük insanlar arasında değişiklik gösteren bu yüzde 0,1'in sadece yüzde 10'u insan toplulukları arasında fark gösteriyor. Yani Türkiye'den veya Fransa'dan örnekleme yaparsak zaten insanların arasındaki genetik değişikliklerin yüzde 90'ını görüyoruz. Bu hesapla ülkelerin arasındaki fark ise genomun 10 binde birine tekabül ediyor. Biz de genetikçiler olarak bu farklılıklara odaklanıyoruz sorduğumuz soruların niteliğinden dolayı. Genom çok uzun olduğu için binde birin yüzde 10'u bile hala milyonlarca harf ediyor. İnsanlar arasındaki genetik fark çok az ama bazı farklılıkları zorlayarak da olsa görebiliyoruz.

Sorunuza gelince, evet, kafataslarını karşılaştırınca varyasyonlar görüyorsunuz. Ama iki soru doğuyor: Bunların hangisi genetik, hangisi çevresel koşullardan (mesela diyet veya iklim) kaynaklanıyor? Tam cevabı bilmiyoruz. Örneğin, Doğu Anadolu'da kafa bağlama var bebeklerde ve insanın kafatasının şeklini değiştiriyor, fakat bu şekil değişiminin hiç bir genetik temeli yok. Özellikle Batı Avrupalılar buna çok sonra ayıyorlar. Veya eksik diyet kemiklerin gelişimini kötü etkiliyor. Sosyal ekonomik durumun da kemikler üzerine yaptığı önemli değişiklikler var. Ağır iş yapan insanlarda bazı problemler oluyor. O yüzden bu varyasyonların sebeplerini ayrıştırmak çok zor.

1930'larda dünyanın her yerinde ırklarla ilgili araştırma yapılıyor. Bu neredeyse bir ulusal göreve dönüşüyor, çünkü siz yapmazsanız başkaları sizin için yapıyor. Ki bundan bir süre sonra Almanya, Hitler vakası gerçekleşiyor. O yüzden de referans gösterilen bu araştırmalar ne Atatürk ve Afet İnan'ın özelinde yaşanan bir durum, ne de güncel. 50 sene sonra biz 21. yüzyıl genetikçilerine de bakıp ne saçma önyargılar üzerinden araştırma yapmışlar denilebilir. Fakat şimdi kimse şunların kafatası şöyleymiş gibi 1940'ların makaleleri üzerinden yol almıyor. Ayrıca, işin uzmanları Batı Afrika'dan ve Çin'den gelen iki kafatasını ayırt edebilseler de “Bu da zeki, bunun şu yetenekleri var” gibi özelliklerden bahsedemezler. Avrupalılar'a kıyasla Türklerin burnu dar diyebilirsiniz, ama bir sürü Türk var ki geniş burunlu, bir sürü Avrupalı var ki küçük burunlu. Şahsen, burnun geniş olmasının biyolojide neye karşılık geldiğini bilmiyorum.


- Bir genetik antropolog olarak “Türk” gibi tanımlamalar size ne ifade ediyor?

Benedict Anderson'ın terimiyle, Türklük de aynı Fransızlık, Ermenilik, Kürtlük, Almanlık gibi “imagined community” (hayali cemaat). Bu konuda Türkiye'de özellikle entelektüel elitlerin halkın üzerinden genel ideolojik kavramlarla konuşması beni rahatsız ediyor. Köylerde yaptığım söyleşilerde, birçok köylünün kendilerini Türklük'le, Orta Asya'dan gelmiş olmakla tanımladıklarını görüyorum; bazı köylerde Kürtlük'ün, bazılarında Alevilik'in önemli olması gibi. Bu bence son derece normal ve dünyanın her yerinde görülen bir kültürel kimlik oluşumu. Bu tip oluşumlar hepimizin aidiyet duygusu için önemli ve milliyetçilikle, ulusalcılıkla bence direkt alakası yok. Ama entelektüel seviyeye çıktığımda 70 milyon için genellenmiş “Türk ırkı yok, Kürtler binlerce yıldır burada, Türkler işgalci” veya “Kürtler dağ Türk'üdür” gibi söylemlerle karşı karşıya kalıyorsunuz.

Ben garanti veriyorum ki, kimse Kürtlerden ve Türklerden DNA alıp “Siz farklısınız”ı kanıtlayamaz. Ne Kürt geni var, ne Fransız geni var. Bütün toplumlar içinde her şey var. Zaten Ermeniler ve Türkler arasında bir araştırma yapıldı. Ve genetik bir farklılık çıkmadı. Ama genetik farklılık olmaması Türk veya Ermeni yoktur demek değildir. Ermenilere gidip “Siz Türklerle aynısınız, Türksünüz” denemez. Çünkü kültürel olarak varlar. Ama Türk milliyetçiliğine karşı argüman geliştirirken “Irklar gerçektir. Ermeni ırkı vardır, ama Türklerin ırkı yoktur” demiş gibi oluyorsunuz. Benim profesyonel düşüncem, ırk kavramını mümkün olduğu kadar siyasi söylemden uzak tutmak. Çünkü benim kanaatime göre toplumları biyoloji üzerinden sınıflandırma hem hiçbir şey üretmez, hem de bir sürü sorun çıkarır.


- Irk yok ama ırkçılık mı var?

Dünyada ırkçılık olduğu için biz bugün ırkı tartışıyoruz, yani ırk kavramına mana veren ırkçılık. Spesifik bir örnek olarak Amerika'da ırkçılık var. Ve bana, Amerika'daki akademik ırk tanımları ve ırksal çatışmalar söylemi, Türkiye'nin elitine yansıyormuş gibi geliyor. Hâlbuki Amerika'nın tarihinde köle ticareti var, bazı gruplar gelip uzun zaman izole kalıyorlar, yerli Kızılderililer var vs. Köle ticareti için getirilen Batı Afrikalılar, pat diye beyaz bir hegemonyanın altına konunca bir DNA alıp “Sen yüzde 60 Afrikalı'sın” denebiliyor o zaman ve bunun çok derin ve tartışılması gereken sonuçları oluyor. Ama Türkiye'de ırkçılık var mı bilmiyorum, çünkü bunun için önce kendini bilmek de gerekir. Türkiye'de “Ben 20 nesildir Kürt'üm", “50 nesildir Türk'üm” denilebilir mi? Açıkçası ben kendim için söyleyemem.

Kaynak: Radikal

sakızla kanser teşhisi

nietzsche
Türkiye : Sakız Orucu Bozar Mı?
ABD : Sakızla Kanser Teşhisi

Sakız nefesimizi tazelemenin yanı sıra artık hayat da kurtarabilir. Bir biyoteknoloji şirketinin geliştirdiği sakız, kişinin kanser olup olmadığını belirleyebilecek. Bu sakız çiğnendiğinde kişinin tükürüğünde bulunan kimyasal maddeleri absorbluyor.(emiyor) Çiğnendikten 15 dakika sonra sakız tükürükte, bazı kanser türlerinin salgıladığı kimyasal maddelerin bulunup bulunmadığının tespitini yapabilecek. ABD-Alabama merkezli Volatile Analysis şirketinden bilim adamları bugüne kadar pankreas, akciğer ve meme kanserinin teşhisini sağlayabilecek, her kanserin kendine has kimyasallar salgılaması nedeniyle farklı türlerde sakızlar geliştirmiş durumda. Kan,İdrar,Biyopsi Örneği Almaya Son Bilim adamları, henüz test aşamasında olan sakızın tespitte başarılı olması halinde kanser teşhisi için kan, idrar ve biyopsi örneklerine ihtiyaç duyulmayacağını belirttiler. Şirketin Başkanı ve CEOsu Katherine Bazemore sakıza yapışan maddeler belirleyerek doktorların hastanın hangi kansere yakalandığını da söyleyebileceğini açıkladı. Teknik olarak sakızın tükürükteki uçucu adı verilen maddeleri topladığını belirten Bazemore, her hastalığın nefesle ortaya çıkan farklı kimyasallar barındırdığına da dikkati çekti. Yakında 3 ya da 4 kanser ve hastalığın tespitini sağlayacak tek bir ürünün yakında üretileceğine dair umudunu da paylaşan Bazemore hastaların sakızı sevmesi için tat üzerinde çalıştıklarını ifade etti. Halen test aşamasındaki sakızın tamamen işe yaradığını söylemek için erken olsa da bilim adamları, seneye ürünün doktor ve hastalara kolaylık sağlamasını umduklarını ayrıca verem gibi farklı hastalıkların teşhisinde de kullanılmasını umduklarını vurguladı.

http://www.gercekbilim.com/sakizla-kanser-teshisi-yolda/

terzi fikri

nietzsche
Bilinen adıyla Terzi Fikri gerçek adıyla ise Fikri Sönmez, 1938 yılında Ordu'nun Fatsa ilçesinin Kabakdağı köyünde doğmuştu. Fikri Sönmez, ailesinin maddi yetersizliklerden dolayı eğitimini yarıda kesmiş, ilkokuldan sonra bir terzinin yanında çıraklığa başlamıştı. Ona ileride Terzi Fikri denmesinin sebebi de bu olacaktı.

Terzilikte mesleki hayatına devam ederken, Fikri Sönmez, siyasete de merak salmıştı. 20'li yaşlarının ortalarında Türkiye İşçi Partisi'ne üye oldu. 6'ncı Filo'ya karşı düzenlenen eylemlerde Dev-Genç saflarında bulundu. 70'li yıllarda ise Mahir Çayan'ın liderliğini yaptığı Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi'ne katıldı. Fikri Sönmez, 1972 yılında Mahir Çayan ve arkadaşlarının Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçışlarının akabinde Karadeniz Bölgesi'ne geçmelerine de yardım edecekti. Bundan ötürü ise THKP-C Davası'nın diğer sanıkları ile beraber 2 yıl kadar tutuklu olarak yargılandı, hapis yattı. 1974 affıyla tahliye oldu.

Terzi Fikri hapis hayatına rağmen sol hareketten uzaklaşmadı. Bir yandan Fatsa içinde daha çok tanınıyor, tanındıkça daha çok seviliyordu. 1979 yılında Fatsa'da bağımsız belediye başkan adayı oldu ve seçimi kazandı. Ve bundan sonra Türkiye'de yerel yönetimler tarihine geçecek bir dönem başladı.

İlçeyi halk yönetmeye başladı

Başkan seçildiğinde Fatsa, büyük sorunlarla boğuşan bir ilçeydi. Yollar çamurlu idi. Kanalizasyon yetersizliği vardı. Halk hastalıktan paçasını kurtaramıyordu. Belediye çalışanlarının maaşları ödenemiyordu. Terzi Fikri, seçildikten sonra Fatsa'yı 11 bölgeye ayırarak halk komitelerini oluşturdu. Fatsa'da artık halk toplantılarıyla, halk belediye yönetimine katkıda bulunuyordu, sözünü söylüyor, talebini haykırıyordu. Komitelerin üyeleri toplantılarda belediye çalışmalarını denetliyordu.
Komitelerde belediye faaliyetlerinin yanı sıra ilçedeki kumar faaliyetleri, kadınların evde gördüğü şiddet gibi birçok sorun da konuşuluyordu, çözümler aranıyordu. Terzi Fikri, canla başla Fatsa için çalışırken, halk da ona destek veriyordu. İlçe kısa bir süre içinde Türkiye'de sol hareketin simgesi haline gelmişti.

Yapılanlar sağcıların ve devletin hedefi oldu

Diğer yandan halkla birlikte başarılan bu deneyim birilerini çok rahatsız etmişti. Sağ siyaset, sağcı basın organları ve politikacılar tarafından Terzi Fikri ve Fatsa hedef tahtasına oturturulmuştu. Fatsa bir komün düzenine halkla birlikte ilerlerken rüşvetin, kara paranın da önü kesilmişti. Ve bütün bunları da 8 ay gibi kısa bir sürede başarılıyordu.

Devlet kaynaklı Fatsa'ya bir ambargo ve baskı uygulanmaya başlandı. İlçeye benzin yollanması bile engelleniyordu. Ama Fatsa halkı, sıkıntıları paylaşarak çözme yoluna gidiyordu. Fatsa'da bunlar olurken, Çorum'da ise Alevilere yönelik bir katliam yaşandı. Alevi mahalleri ülkücülerin saldırısına uğradı. O dönemin başbakanı Süleyman Demirel, Çorum'da bu katliam yaşanırken ise şunu diyecekti: “Çorum'u bırakın, Fatsa'ya bakın.” Demirel'in bu açıklaması, yaklaşmakta olanın operasyonun habercisi idi.

11 Temmuz 1980'de ilçeye bir askeri operasyon düzenlendi. Operasyon Kenan Evren tarafından yönetildi. Operasyondan önce Fatsa AP, CHP ve MSP ilçe başkanlarının “Böylesine huzurlu bir yerde olay çıkartmayı istemek niye. Burada komünist işgal yoktur” açıklamaları da operasyonu durduramıyordu. Kenan Evren ise diğer yandan şunu diyordu: “Orada Terzi Fikri diye biri çıkmış. Devlet benim diyor. Komite kurmuş. Fatsa'yı o komite yönetiyor. Ne yapılıp, yapılmayacağının kararını halk veriyor. Veya halk adına o komite. Yani kararı devlet vermiyor. Devlet otoritesi sıfır.

Devletin kanunları Fatsa'da işlemiyor.”

İlçede sokağa çıkma yasağı başladı. Fatsa askerler ve ilçeye dışarıdan getirilen faşistler tarafından ev ev aranmaya başlandı. Muhbirlerin işaret ettiği vatandaşlar gözaltına alındı. Gözaltına alınanların sayısı 400'den fazlaydı. 11 Temmuz günü ise Terzi Fikri gözaltına alındı.1287152669

Fikri Sönmez, hapise girdi. Hapis hayatı Fikri'yi zayıf düşürürken, 4 Mayıs 1985 günü cezaevinde kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Fakat Terzi Fikri'nin anısı, hayalleri ise hiç ölmedi. Fatsa bir sosyalist yerel yönetim ve Türkiye'nin ilk komün deneyimi olarak tarihe geçti.
Yazımızı Terzi Fikri ile ilgili Can Yücel'in yazdığı şu dizelerle ve Terzi Fikri hakkında yapılmış, ”Onunla yörede başladı öykü” diyen bir şarkı ile bitirelim.

''Terzi Fikri öyle bir giysi dikti ki Fatsa'ya,
O Gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla,
Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar
Kimseler çıkaramaz Fatsa'nın sırtından!
Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını''
ALINTI : https://gaiadergi.com/onunla-yorede-basladi-oyku-terzi-fikri-ve-ilk-sosyalist-yerel-yonetim-deneyimi/

nisa 34

nietzsche
kuranı kerim ayetidir. kadının islamdaki yerini özet geçer.

''Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah'ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür.''

belki de hiçbir zaman çözemeyeceğimiz 8 büyük felsefi soru

nietzsche
1. Neden “hiçbir şey” yerine “bir şeyler” var?

Evrendeki varlığımız kelimelerle anlatılamayacak kadar garip bir şey. Günlük yaşamımızın sıradanlığı, varlığımızı kanıksamamıza neden oluyor. Fakat ara sıra da olsa, bu rehavetten sıyrılarak varoluşsal farkındalığın derinliklerine doğru ilerleyip şunları soruyoruz: Neden evrende “bir şeyler” var, ve neden bu denli zarif ve hassas kurallar tarafından yönetiliyor? Ve ayrıca neden bir şey var olmak zorunda ki? Yaşadığımız evren spiral galaksiler, aurora borealis'ler (kuzey ışıkları) gibi şeylerle dolu, ve elbette bir de SüngerBob KarePantalon var. Ve Sean Carroll'ın söylediğine göre, “Modern fiziğe dair hiçbir şey, neden başka yasalar yerine şu anki yasalara sahip olduğumuzu açıklamıyor; buna rağmen fizikçiler öyleymiş gibi konuşuyorlar. Eğer filozofları daha fazla dikkate alsalardı bu hataya düşmezlerdi.” Ve filozoflara gelince, öne sürebildikleri en iyi fikir, evrenin içindeki gözlemciler olarak varlığımız sayesindedir ki evrenin olduğu şekliyle görünüyor olduğunu söyleyen “antropik ilke”. Bu ise rahatsız edici bir şekilde totolojik (sürekli kendini tekrarlayıp duran) bir iddiadır.


2. Evrenimiz gerçek mi?

Bu klasik bir Kartezyen sorusu. Aslında şunu soruyor: Etrafımızda gördüğümüz şeylerin gerçek olduğunu nasıl biliyoruz? Sakın tüm bunlar, görünmeyen bir gücün bize yaşattığı büyük bir illüzyon olmasın (René Descartes'in hipotezindeki kötü şeytan gibi)? Son zamanlarda bu soru “fıçıdaki beyin” problemine veya “benzetim (simulation) argümanı”na dönüştü. Ve biz, pekala, özenle hazırlanmış bir simülasyonun ürünleri olabiliriz. Bu sebeple, sorulması gereken daha derin bir soru, bizim içinde bulunduğumuz simülasyonu yöneten medeniyetin de bir çeşit simülasyonun içinde olup olmadığıdır. Bir nevi, süper bilgisayarın içindeki süper bilgisayar olma durumu (ya da rüya içinde rüya gibi, simülasyonun içinde simülasyon olma durumu). Dahası, düşündüğümüz kişi olmayabiliriz. Simülasyonu yöneten insanların da o simülasyonun içinde yer aldığını varsayarsak, deneyimin gerçekliğini yükseltmek adına gerçek kişiliklerimiz geçici olarak ortadan kaldırılmış olabilir. Bu felsefi düşünce bizi ayrıca “gerçek” derken neyi kast ettiğimizi de değerlendirmeye zorluyor. Kipsel (modal) gerçekçiler, şayet etrafımızdaki evren (hayal gibi, tutarsız veya yasasız olarak değil de) rasyonel gibi görünüyorsa, bu durumda evreni gerçek ve özgün olarak kabul etmekten başka bir seçeneğimizin olmadığını öne sürüyorlar. Veya belki de, “Matrix” filminde Cipher'ın simüle edilmiş bir parça eti yedikten sonra söylediği gibi, “cehalet mutluluktur.”


3. Özgür irademiz var mı?

Hareketlerimiz, önceki olayların oluşturduğu bir “nedensel zincir” tarafından mı (ya da dış bir etki tarafından mı) kontrol ediliyor; yoksa gerçekten özgür irademizle mi kararlar alıyoruz? (Buna “determinizm (belirlenimcilik) ikilimi” de denir.) Filozoflar (ve nihayet bazı bilim insanları da) bu konuyu bin yıldır tartışıyorlar ve görünürde hala bariz bir sonuç yok. Eğer aldığımız kararlar bir nedensel zincir tarafından belirleniyorsa, o halde determinizm doğru ve özgür irademiz yok. Ama eğer bunun tam tersi olan indeterminizm (belirlenmezcilik) doğruysa, o zaman bazıları hala özgür iradenin olmadığını iddia etse de hareketlerimiz rastgeledir. Diğer taraftan, liberaller (hayır, siyasi liberalleri kastetmiyoruz) özgür iradenin, evrenin deterministik (belirlenimci) görünümleriyle akla uygun bir biçimde uyumlu olduğu görüşü olan “uyumculuk (compatibilism)” meselesini ortaya attılar. Bu soruyu daha da karmaşık hale getiren sinirbilimdeki ilerlemeler, beynimizin biz daha farkına bile varamadan kararlar aldığını gösteriyor. Fakat eğer özgür irademiz yoksa o halde neden zombi zihinler yerine bilinç evrimleşti? Kuantum mekaniği bu soruyu, hepimizin bir ihtimaller evreninde yaşadığımızı ve herhangi bir determinizmin imkansız olduğunu öne sürerek daha da bir karmaşık hale sokuyor. Ve Linas Vepstas'ın söylediği gibi, “Bilinç, zaman akışı algısına yakından ve kaçınılmaz bir şekilde bağlı gibi görünüyor. Baktığımızda gerçekten de öyle, geçmişin sabit oluşu, değiştirilememesi, kusursuz bir şekilde deterministik oluşu düşüncesi ve diğer yandan geleceğin bilinemezliği... Bu akla yatıyor, çünkü eğer gelecek önceden belirlenmiş olsaydı, o zaman özgür irade olmazdı ve buna bağlı olarak da zaman akışı tartışmasına gerek kalmazdı.”


4. Tanrı var mı?

Basit bir ifadeyle, tanrının var olup olmadığını bilemeyiz. Bu anlamda, hem ateistler hem de inançlı insanlar savundukları şeyde haksızlar. Bilinmezciler (agnostikler) ise haklılar. Gerçek bilinmezciler, bu konunun beraberinde getirdiği epistemolojik (bilgi felsefesi ile ilgili) meseleleri ve insan aklının sınırlarını kabul ederek tam bir Kartezyenci (Descartes felsefesi ile ilgili) duruş sergiliyorlar. Doğanın gerçekliği veya arkaplanda bir yerde bir tanrının var olup olmadığı hakkında böylesine büyük bir iddiada bulunmak için evrenin işleyişi hakkında bildiklerimiz çok yetersiz. Bir çok insan, evrenin özerk bir işleyiş içinde çalıştığı fikri olan doğacılığa (naturalizme) riayet ediyor fakat bu görüş, bütün her şeyi bir devinime sokmuş olabilecek ilahi bir tasarımcının varlığını inkar etmiyor (buna deizm deniyor). Ve önceden de bahsettiğimiz gibi, bütün değişkenleri hacker tanrıların kontrol ettiği bir simülasyonun içinde yaşıyor olabiliriz. Ya da belki de gerçekliğin derinliklerinde bizim farkında olmadığımız güçlü varlıkların olduğunu söyleyen gnostikler (bilinirciler) haklı. Bu varlıklar, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten geleneksel semavi tanrılar olmak zorunda değiller ama yine de (varsayalım ki) güçlü varlıklar olabilirler. Bunların, kendiliğinden oluşmuş bilimsel sorular olmadıklarını belirtelim. Daha ziyade, bizleri insan deneyiminin ve aklının sınırlarıyla yüzleşmeye zorlayan Platoncu düşünce deneyidirler.


5. Ölümden sonra yaşam var mı?

Herkes heyecanlanmadan önce hemen söyleyelim: Bu, sonsuza kadar, yumuşacık beyaz bulutların üstünde arp çalacağımız ya da cehennemin derinliklerinde kömür kürekleyeceğimiz anlamına gelmiyor. Ölülere öbür tarafta bir şey olup olmadığını soramadığımızdan ölümden sonra ne olabileceğine dair hiçbir tahminimiz yok. Materyalistler (maddeciler) ölümden sonra yaşamın olmadığını düşünüyorlar. Ancak bu, doğaldır ki, kanıtlanamayan bir varsayım. Gerek Newton'un ya da Einstein'ın gözünden gerekse kuantum mekaniğinin o tuhaf merceğinden Evrenin (veya çoklu evrenin) işleyişine yakından baktığımızda, “hayat” denen şeyde tek bir şansımızın olduğuna inanmak için bir sebebimiz yok. Bu, hayatların sonsuz bir döngü içerisinde tekrar tekrar yaşanacak şekilde Kozmos'un (Evren'in) devinim halinde olduğu olasılığının ve metafiziğin bir meselesi. (Carl Sagan Kozmos'u şöyle tanımlamıştır: “O (Kozmos), ya gördüğümüz kadar, ya hep bundan ibaretti ya da hep böyle kalacak.”) Hans Moravec, kuantum fiziğinin Çoklu Evrenler yorumuyla ilişkili olarak yaptığı konuşmasında şöyle diyerek bunu en iyi şekilde ifadeye koymuştur: “Evreni gözlemlememek imkansız; bir yaşam formunda ya da diğerinde, kendimizi her zaman canlı ve evreni gözlemleyenler olarak bulmak zorundayız.” Son derece kurgusal olan bu konu da, tıpkı “tanrı sorunu”nda olduğu gibi, henüz bilim tarafından ele alınamadığından filozoflara kalıyor.


6. Bir şeyi gerçekten nesnel olarak deneyimleyebilir miyiz?

Dünyayı nesnel olarak anlamakla (en azından denemekle), onu yalnızca nesnel bir çerçeveden deneyimlemek arasında fark var. Bu aslında bir “qualia” sorunu. (qualia: etrafımızı çevreleyen şeylerin ancak hislerimiz ve zihnimizin düşünceleri tarafından filtrelenerek gözlemlenebileceği kavramı.) Bildiğiniz, dokunduğunuz, gördüğünüz ve kokladığınız her şey bir takım fizyolojik ve bilişsel süreçlerden geçerek filtrelenmektedir. Bu ise öznel dünya deneyiminizi eşsiz kılmaktadır. Klasik bir örnekle, kırmızı renginin öznel değerlendirmesi kişiden kişiye göre değişmektedir. Bunu tam anlamıyla bilebilmenizin tek yolu, tıpkı “John Malkovich Olmak” filmindeki gibi, evreni başka bir insanın “bilinçli gözleri”nden gözlemleyebilmenizden geçer. Tabii böyle bir şeyi, bilimsel ya da teknolojik gelişim alanının hiçbir evresinde başarabilecekmişiz gibi görünmüyor. Tüm bunlar başka bir şekilde şöyle söylenebilir: Evren, sadece bir beyin tarafından (ya da potansiyel olarak mekanik zihinler [robotlar] tarafından) gözlemlenebilir ve bunun sayesinde sadece öznel olarak yorumlanabilir. Fakat evrenin tutarlı ve (bir şekilde) bilinebilir gibi görünmesi, onun gerçek nesnel niteliğinin asla gözlemlenemeyeceğini veya bilinemeyeceğini varsaymamızı mı gerektiriyor? Budist felsefesinin neredeyse tamamının “boşluk” diye adlandırdıkları bu temel sınıra dayandırıldığını ve bunun Platon'un idealizmine tam bir anti-tez oluşturduğunu da söylemek gerekir.


7. En iyi ahlaki sistem hangisi?

Aslında, “doğru” ve “yanlış” davranışlar arasındaki farkları ayırt etmemiz asla mümkün olmayacak. Ancak tarihin şu ya da bu evresinde filozoflar, ilahiyatçılar ve siyasetçiler insan davranışlarını en iyi değerlendirmenin ve en doğru davranış biçimini oluşturmanın yolunu keşfettiklerini iddia etmişlerdir. Ama bunu yapmak o kadar kolay bir şey değil. Yaşam, evrensel bir ahlakın ya da mutlak etik kuralların var olması için çok dağınık ve karmaşık. “Altın kural” (başkalarına, size nasıl davranılmasını istiyorsanız öyle davranmanız gerektiği kuralı) harika fakat bu kural ahlaki özerkliği ihmal ediyor, adaletin uygulanmasına (suçluları mahkum etmek gibi) yer bırakmıyor ve hatta zulmü bile meşru kılabiliyor (Immanuel Kant bunun en sadık eleştirmenlerindendi). Dahası, bu son derece basitleştirilmiş pratik kural daha fazla karmaşık senaryoların ortaya çıkmasını engelliyor. Örneğin, çoğunluğu kurtarmak için azınlığı feda etmek mi gerekir? Kim daha ahlaklı: insan bebeği mi yoksa yetişkin bir büyük insansı maymun mu? Sinirbilimcilerin gösterdiği üzere ahlak, sadece kültür içinde kökleşmiş bir yapı olmayıp aynı zamanda psikolojinin de bir parçası (Vagon/Tren Problemi bunun en büyük ispatı). Kısacası, doğru ve yanlış kavramımızın zamanla değişeceğini kabul etmekle beraber ahlak kavramının kuralcı olduğunu söyleyebiliriz.


8. Sayılar nedir?

Sayıları her gün kullanıyoruz. Fakat bir durup düşünelim; sayılar gerçekten nedir ve (Newton yasaları gibi) evreni açıklama çabalarımızda neden bu kadar başarılıdırlar? Matematiksel yapılar sayılardan, dizilerden, kümelerden ve noktalardan oluşur fakat bunlar gerçek nesneler midir, yoksa sadece bütün yapılarda mutlaka bulunması gereken ilişkileri mi açıklarlar? Plato (onları “göremememize” rağmen) sayıların gerçek olduğunu savunmuş olsa da formalistler (şekilciler), sayıların sadece formel sistemler (matematiğe dayalı iyi tanımlanmış soyut düşünce yapıları) oldukları konusunda ısrar etmişlerdi. Bu aslında, evrenin gerçek doğasından ötürü şaşırıp kaldığımız ontolojik bir problem: Evren, hangi yönleri itibariyle insan aklının kurgusudur, hangi yönleriyle gerçek anlamda somuttur?


Çeviren: Mertcan Gölgeci (Evrim Ağacı)
Düzenleyen: Ayşegül Şenyiğit (Evrim Ağacı)

Allah

nietzsche
Orta doğunun kan gölüne dönmesine neden olan arap tanrısı. Vaadettiği cennette huri denilen dişi yaratıklar varmış. Kuran adlı kitapta ayetleri biraz incelersiniz allah'ın erkeğimsi bir tanrı olabileceği kanısına varabilirsiniz.

ahzab 53

nietzsche
insan yazması olmadığına inanılan ve arap tanrısı tarafından gönderildiği iddia edilen kitaptaki kuranı kerim ayetidir. günümüzde bu ayeti neresinden tutup yaşamımızda bir aydınlanmaya, feyze sebebiyet verecek müslümanlara sormamız gerekir.

"ey iman edenler! siz zamanını gözetlemeksizin, bir yemeğe davet edilmedikçe, peygamber'in evlerine girmeyin. ancak davet edildiğiniz vakit girin. yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. çünkü bu hareketiniz peygamber'i üzmekte, fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır. ama allah, hakkı söylemekten çekinmez. peygamber'in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. sizin allah'ın resûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız asla caiz olamaz. çünkü bu, allah katında büyük (bir günah) tır. "