confessions

harflervekibrit

Şarap  · 9 Temmuz 2017 Pazar

  1. toplam giri 407
  2. takipçi 10
  3. puan 6321

sertab erener

zeybek
90lardaki şarkıları çok çok iyi olan kadın şarkı söyleyici. yaşım yeter sizden ihtiyarım o dönemleri hatırlarım. şimdi çok affedersiniz yarrak kürrek şarkıları var.

favorim:

kuantum fiziği

jakoben
kuranda yazıyordur. kuantum kelimesi, peygamber efendimizin kuran ve islamı yaymaya başladığı modern dönemde ''r'' harflerini söyleyemeyen bir müminin baskı için gittiği yayın sorumlusunun kendisine;'' bu tam cilt mi hocam'' sorusunu sorması üzerine gelişen olaylarla islama girmiştir. bölgenin coğrafi konumu,dönemde bir çok afrikalı göçmen aldığı için ve köle dönemine tekabül eden bu süreçte afrikalılar sömürüldükleri çalışma saatleri dışında tumba çalarak yevmiyelerini temin ettikleri için, aslında ''kuran tam'' demek isteyen ''r'' harflerini söyleyemeyen mümin, dükkanın önünde tumba çalmakta olan afrikalıyı görünce, enstrümanın adını hatırlamaya çalışmasıyla kendisine verilen sorumluluğun frekansını karıştırmış ve kuran tam demek yerine ''kuantum'' demiştir. allah win bilim suck

grup gündoğarken

pencere
geceye ayrılık depresyonu yaşayan dostlarımıza ilaçtan da iyi gelecek bir eserlerini bırakıyorum. kimse bilmez ama bu memleketin kötü tarihinin de kötü tarihinin başlaması, grup gündoğarken'in dağılıp, ilhan şeşen'in saçlarını kestirmesiyle başlamıştır.

kafana

sophos
sırbistan'da ve diğer eski Yugoslav ülkelerinde kahvehane-restoran-bar karışımı samimi mekanlara verilen isim. ismi osmanlı zamanından ''kahvehane''den geliyor.
özetlemek gerekirse: rakija, müzik, mezeler, ahşap sandalyeler.

Toma Zdravković üstadın şarkısı ''kafana benim kaderim''

medyanın insan davranışlarını biçimlendirmesi

iron
Medya aracılığıyla sunulan açık ya da örtük iletilerin kabulü ya da içselleştirilmesi sürecinden sonra, izleyici/okuyucu belli başlı "davranış" örüntüleri geliştirmekte. Bu etki; şiddet sahnelerinitaklit etmek, yeni tüketim alışkanlıkları geliştirmek, modayı takip etmek, ekranda sunulan rol modellerini örnek almak gibi farklı biçimlerde ortaya çıkmakta. Yapılan yüzlerce araştırma, özellikle televizyon izleme alışkanlıkları ile şiddet eğilimi arasında bir ilişki olduğunu göstermekte. Abdurrahman Şahin'e göre, bu ilişki, televizyonun bir "günah keçisi" ilan edilmesine yol açmamalı. Çünkü bu araştırmaların çoğu neden-sonuç ilişkisine bakan araştırmalar değil. Ancak daha fazla TV izleyenlerin daha çok şiddet eğilimi sergilemesi, iki değişken arasında bir ilişkinin varlığını açık seçik ortaya koymakta. Medyanın çocuklar ve gençler üzerindeki etkisine işaret eden binlerce örnek olay da bulunmakta. Araştırmalar çocuk programlarının en çok şiddet içeren programlar olduğunu ve en çok izlenen saatlerde çocukların saatte altı ya da sekiz şiddet sahnesine maruz kaldıklarını göstermekte. Ancak şiddet sahnesine maruz kalan izleyiciler, hemen sonrasında şiddet davranışı sergilemezler. Davranış, birikimli bir sürecinsonunda gerçekleşir. Bu birikimli süreç, kaynaklarda "damla hipotezi" biçiminde de ifade edilmiştir. Bunu daha iyi ifade eden bir atasözü de vardır: "Damlaya damlaya göl olur." Abdurrahman Şahin'in verdiği örnek olay bu birikimli süreci göstermektedir.“Paducah, Kentucky'de 14 yaşında bir ilköğretim öğrencisi olan Michael Carneal tarafından işlenen bir cinayet olayı gerçekleşmiştir. Carneal, 1 Aralık 1997 tarihinde bir çocuk battaniyesine sarmış olduğu silahları, battaniyenin içinde sanat dersi projesine ait materyaller olduğunu söyleyerek okula sokmuştur. Ayrıca çantasında da dolu bir tabanca vardır. Carneal okula sabah 7:45 civarında gelir; kulaklıklarını taktıktan sonra çantadan tabancayı çıkarır. Elindeki tabancayı aralıksız olarak bir grup öğrencinin üzerine boşaltır. Yapmış olduğu sekiz el atış ile Carneal, beş öğrenciyi kafasından ve üç öğrenciyi de göğsünden vurmuştur. Bu öğrencilerden üçü hastaneye kaldırılırken ölür ve diğerleri ise yaralıdır. Carneal silahı yere bırakır ve "Lütfen beni öldürün! Bunu yaptığıma inanamıyorum!" der. Sonra da okul müdürüne teslim olur. Olay hemen incelemeye alınır. Babası, Carneal'in daha önce eline hiç silah almadığını iddia etmektedir. Bu iddianın doğru olup olmadığını kontrol etmek için bir FBI atış eğitim merkezindeki öğreticilere, eline ilk defa tabanca alan birinin atış becerilerinin ne düzeyde olacağı danışılır. Edinilen bilgiye göre, bu koşullardaki birinin bu kadar keskin nişancı olması olanaksızdır. Acaba Carneal'in babası yalan mı söylemektedir yoksa bilmediğibir şeyler mi vardır? Olayı bir gazeteci olan Grossman (1999) incelemeye alır. Carneal'in geçmişini araştıran Grossman, yaşamında daha önce bir kez bile silah kullanmamış olan Carneal'in, bilgisayar oyunu tutkunu olduğunu ve şiddet içerikli kimi oyunları binlerce kez oynadığını ortaya koyar. Carneal'in oynadığı bilgisayar oyunlarını da inceleyen Grossman, bu tür bilgisayar oyunların oynayanlara keskin nişancı olmak için gerekli motor becerileri kazandırdığını söylemektedir. Ayrıca kişi bu tür oyunları sıklıkla oynadığında, bir örtük
106kazanım olarak eğlenmeyi/eğlenceyi öldürmek ya da acı vermek ile ilişkilendirmeyi öğrenmektedir. Grossman'a göre şiddet içerikli bilgisayar oyunları, "çocuğu fantezilerini gerçekleştirmeye hazırlayan bir mekanizma" olarak işlev görmektedir. Sorgulanmaksızın alınan iletilerin davranışa dönüştüğü durumlar bununla sınırlı değildir. Diğer bir olay da, bir ve dört yaşlarında iki kız annesi olan bir öğretmen tarafından dile getirilmiştir.Çocuklar televizyonda Batman'ı izlemişlerdir. Anne sonrasında çocuklan banyoya götürüp küvetin içine bırakır. Bir ara havlu getirmek için banyodan çıkmak üzereyken, dört yaşındaki çocuğun, kardeşinin kafasını küvetteki suyun içinde tutmaya çalıştığını fark eder. Derhal bebeğe koşarak, onun kafasını sudan çıkartır ve nefes borusuna kaçan suyu çıkarmak için biraz sallar. Anne şok olmuştur. Olayı, bir faciaya dönüşmeden önce müdahale edebilecek kadar yakın olduğu için kendini şanslı hissetmektedir. Ancak biraz sonra anlar ki, büyük kızı olaydan hemen önce televizyonda izlemiş olduğu Batman'ın davranışını taklit etmiştir. Çocuk, Batman'ın bir düşmanını boğana kadar su altında tuttuğu bir sahneyi izlemiştir.”Bu iki örnek olay, medya içeriğinin çocukların davranışlarına nasıl yansıdığına işaret etmektedir. Ancak medyayı "günah keçisi" ilan etmemeye de özen göstermelidir. Çünkü bu örnek olaylar ve yapılan birçok araştırma neden-sonuç ortaya koymaktan uzaktır. Bu iki örnek olayda tek suçlu (neden) acaba medya mıdır? Dört yaşındaki çocuğa şiddet içerikli program izleten bir annenin/öğretmenin hiç mi sorumluluğu yoktur? Ya da binlerce saat şiddet içerikli oyun oynayan bir çocuğu aile denetiminden uzak tutanların sorumluluğu olamaz mı? Daha da önemlisi, acaba her Batman izleyen aynı davranışı mı sergilemektedir? İşte Medya Okuryazarlığı, dikkatleri, sadece medyanın kişilerin davranışları üzerindeki etkilerine değil, aynı zamanda kişilerin tüketim alışkanlıklarına ve ortaya çıkması olası düzmece yorumlara da çekmektedir. Bu nedenle Medya Okuryazarlığı, medyanın insan davranışları üzerindeki olumlu etkilerini de incelemeyi ve görmeyi teşvik etmektedir.Medyanın davranışları olumlu yönde etkilediği örnekler de yok değildir. En çarpıcı örneklerden biri, Meksika'da yaşanmıştır. Açılan bir okuryazarlık kampanyasına ilgi çok düşük seyrederken, popüler dizilerden birinin içeriğine yerleştirilen ince mesajlar sayesinde kampanyaya katılım yüzde 800 artış göstermiştir. Kuşkusuz medyanın bize olumlu katkısı, olumsuz etkisinden çok daha fazladır. Ancak medya işinin ve haberciliğin kendi mantığı içinde,
107olumsuz örneklerin daha çok dikkat çekmesi ve medyada daha fazla yer alması, medyanın olumlu yönlerini görmemizi zorlaştırmaktadır.

2018-2019 eğitim öğretim yılı

franz
17 eylül 2018 tarihinde başlayacak olan eğitim ve öğretim dönemidir.

Birinci sınıflar son birkaç yılda olduğu gibi uyum haftası nedeniyle 1 hafta önceden okula başladılar. Daha çok oryantasyon eğitimi almaktalar. Tabii bu mantıklı bir durum. Zira diğer kademe öğrencileri geldi mi yanlarında ciddi anlamda ufak tefek kalıyorlar. Birinci sınıfları gerçekten diğerlerinden adeta kaçırıyoruz ki bu iyidir.

Ancak bir hafta önceden başlamaları pek de ekonomik değildir haliyle.

Ayrıca okulların açılmasından iki hafta önce öğretmenler de seminere gelmeye başladılar. Yıllık plan, etkinlik planları, sınıf düzenlemeleri gibi işleri sakin bir ortamda yaparlar.

Efendi mod off;

Saçma sapan eğitim sisteminde çocuklarını özel okullara gönderemeyen, devlet okuluna bırakan ebeveynlere üzülüyorum bildiğiniz. Az önce okuldaki kadın öğretmen çocuğunu ilkokula yazdırmış özele, 20 bin liradan 18,5 bin liraya indirdiler diye göbek atıyordu nerdeyse. Kendisi de devlet okulunda öğretmen. Kalk * git özele sen de Madem devlet okuluna güvenmiyorsun.

Efendi mod on;

Kuzenlerinizin, yeğenlerinizin, kardeşlerinizin, varsa çocuklarınızın yeni dönemi iyi geçsin.

oğuzhan uğur

zeybek
müzikal olarak da bana hitap etmeyen, sosyal olgular üerine konuşmaları da bana hitap etmeyen arkadaş. barış atay'ın solcu gazı alması gibi, kendisinin de muhalif ve kendisini aydın olarak gören kişilerin gazını aldığını düşünüyorum.

ülkenin ne hale geldiğini görmek ve farkına varmak zor değil. bununla ilgili ben de video çekebilirim. önemli olan insanları bir çatı altında toplayıp gidişe dur demek. bunu siyaseten yahut halk hareketi bilinçlenmesi olarak yapamıyorsak ortada somut bir şey yoksa işe yaramış olarak görmüyorum.

yani bu adamı sadece sevenleri izler, eşletirdiği kesim izleyip, aaa yanlış yapıyoruz, diyor mu hayır. keza biz de öyle.

hayat yarrro ilerliyor. eve bulgur, makarna, un, şeker, yağ stoklayın.

adı bahtiyar

the spook
En sevdiğim türkülerden birisidir. Bir de Ahmet Kaya'nın sesi işin içine girince, duygularınıza hakim olamıyorsunuz. Sözleri Yusuf Hayaloğlu'na ait olan bu türkü 70'lik açtırır.

Ahmet Kaya'nın ağzından bu türkünün hikayesi;
"Çok uzun zaman önce İstanbul'da şubelerde kaldığım zaman bir arkadaş tanımıştım, kendisi Diyarbakırlı'ydı. İsmini sorduğum da isminin Bahtiyar olduğunu söylemişti bana. Günde iki sefer dörder saat arayla götürüyorlardı işkenceye, geri getiriyorlardı, hamur gibi atıyorlardı. Tek söylediği şey, "adım Bahtiyar" diyordu. Başka bir şey söylemiyordu...


Doksan yedi gün boyunca, tam doksan yedi gün boyunca gerçek adını kimse öğrenemedi ve sonra cezaevinde karşılaştık; incecik, dal gibi bir çocuktu.. Bütün dileği dışarı çıktığım zaman (ondan önce çıkacağım için, çok önceleri çıkacağım için) Diyarbakır'dan gidip bağlamasını almamı ve onu kullanmamı istiyordu. Kuru soğan yetiştiriyordu bardak içinde. Yaşayan arkadaşlar vardır mutlaka içinizde; onu yeşil soğan haline dönüştürüyorduk, çiçeğimiz maalesef oydu, başka bir şey yoktu..

Sonra ben dışarı çıktım, onu uzun zaman göremedim. Sonra Yozgat'a gitmiş, onu öğrendim. Bir gün çok büyük bir tesadüf, Diyarbakır'a giderken gazetede beni çok sarsan bir resimle karşılaştım; bir ölüm ilanındaydı Bahtiyar...

Cezaevindeyken bildiğim bir tek şey vardı geride kalan, tam ölüm ilanındayken öğrendim gerçek ismini ve Diyarbakır'a gittim, müthiş bir cenaze töreni vardı.

Herşeyden önce Bahtiyar çok güzeldi.

Bildiğim bir tek şey vardı: "Diyarbakırlıydı, Kod Adı Bahtiyar'dı..."

Geçiyor önümden sirenler içinde
Ah eller üstünde, çiçekler içinde
Dudağında yarım bir sevdanın hüznü
Aslan gibi göğsü, türküler içinde

Rastlardım avluda hep volta atarken
Cıgara içerken yahut coplanırken
Kimseyle konuşmaz dal gibi titrerdi
Çocukça sevdiği çiçeğini sularken

Diyarbakırlıymış, adı Bahtiyar
Suçu saz çalmakmış öğrendiğim kadar
Geçiyor önümden gül güzlü Bahtiyar
Yaralıyım, yerde kalan sazı kadar.

Beni tez saldılar o kaldı içerde
Çok sonra duydum ki Yozgat\' ta sürgünde
Ne yapsa ne etse üstüne gitmişler
Mavi gökyüzünü ona dar etmişler.

Gazete de çıktı üç satır yazıyla
Uzamış sakalı çatlamış sazıyla
Birileri ona "ölmedin" diyordu
Ölüm ilanında hüzünle gülüyordu.

Diyarbakırlıymış, adı Bahtiyar
Suçu saz çalmakmış öğrendiğim kadar
Geçiyor önümden gül güzlü Bahtiyar
Yaralıyım, yerde kalan sazı kadar.

meral akşener’in istifa etmesi

zeybek
iyi sempatizanları ve cehapeli oluyo, aabi meral mommy yha, kafasındaki insanlara aylarca anlatamadığım durum. böyle memleket meselesi mi olur yahu. kaçıp gitmek nereye. ittifak olmasa meclisi göremezdi zaten iyi parti. buraya yazdım mı hatırlamıyorum ama tivitıra yazmıştım.

ümit özdağ bey, chp ile ittifak bize oy kaybettirdi, minvalinde bir açıklama yapmıştı belki iki hafta önce. yani komik. gerçekten partide tanınmış bir yüz olan bu adam bunu diyor ama cehapeden iyi partiye grup kursun diye 15 vekilin geçmesini ve seçime katılma şeysini unutuyor bu adam. işte tipik sağ mehape ziniyeti. ahaha ulan bunu saadet partisi genel başkanı temel reyiz dese anlarım.

işte siyasi nankörlük budur. ittifak kurduğun cehape olmasa bırak meclisi belki seçime giremeyecektin. neyse meral mommy başlığına kısmetmiş bunu yazmak. keza akape mehape ittifak kurmasaydı mehapenin durumu nice olurdu.

olan yine sana bana küçük esnafa oluyor bebeklerim. zamımıza koymaya devam ediyorlar. haydi hayırlı tıraşlar.

stefan zweig

anne boleyn
Stefan Zweig birçok okurun bildiği ve sevdiği bir yazar olmakla birlikte ben de bu topluluğa dahilim. Psikolojik betimlemeleri tüyler ürpertici derecede muhteşem. Şahsen okurken “bunları ben de hissetmiştim, ne kadar da güzel anlatmış” dediğim oluyor. Bazen hissettiklerini kelimelere dökemeyen bizler için, hisleri muhteşem anlatıp okuyucuya yansıtan bir cevher.

En sevdiğim eserleri ise "Clarissa, Bir Çöküşün Öyküsü, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat" oldu. kesinlikle herkes okumalı.

sultan-ı yegah

franz
türk müziğinde bir makam.

ayrıca bir attila ilhan şiiridir.


şamdanları donanınca eski zaman sevdalarının
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın
nemli yumuşaklığı tende denizden gelen âhın
gizemli kanatları ruhta ölüm karanlığının
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın

yansıyan yaslı gülüşmelerdir karasevdalı suda
bülbüller kırılır umutsuzluktan yalnızlık korusunda
eylem dağılmış gönül tenha çalgılar kış uykusunda
ölümün tartışılmazlığı nihayet anlaşılsa da
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın

bir başkasının yaşantısıdır dönüp arkamıza baksak
çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tutsak
su yasak rüzgâr yasak açık kapılar yasak
belki bu karanlıkta yasakları yasaklasak
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın

nur yoldaş 1981 yılında şöyle bir eser bırakmıştır ki tam kafa dinlemeliktir:



2018 yılında ise iki şarkıdan oluşan ve şarkıyla aynı adı taşıyan albümlerinde mor ve ötesi grubu da şarkıyı seslendirmiştir;

laik sözlük adminlerinin çalışmaması

zeybek
yazarımızın haklı bir isyanıdır. hem de çok haklı. en son yönetime giren ve galiba da mevcut adminlerle birlikte son admin olarak şunları söyleyeceğim;

yazarlık dönemlerimde mevcut girilerimi de örnek gösterebilirim niceliğin değil niteliğin savunucusu ve koruyucusu oldum. bu sözlüğün kurulma hikayesi açık ve net. imam hatipler kapatılsın grubundan ve gençlerin laiklik akımına sempatisi baz alınarak ki bana göre öyle, kurulmuş bir sözlük.

sosyal ağlarda hiçbir gruba üye değilim çünkü tüm yazarlar o gruplardan gelme ve birbirini tanıyor bu da orada formatsız bir şekilde goygoy yapmaya ve mizah diye tabir ettikleri leş muhabbete rahatça olanak sağlıyor. ayrıca sözlükle alakadar hiçbir girişim göremedim gruplarda. sözlük yazarlarımızın bir çoğu sözlük yazarlığından bihaber. yazmaya teşvik edici yapıcı yahut yıkıcı savlar üretilmiyor, bu da münazaraya mahal vermediği için beyin fırtınasına engel ve bu beyin fırtınası sözlüğe sirayet etmiyor. giriler iyi de olsa kötü olsa oylanmıyor. karşı fikir savunucuları ve trollerden sıkıldık diye sözlüğü ziyadesiyle terk eden yazar oluyor bu da burada rahatça at koşturamadığından dolayı olan bir durum.

nitelikli onlarca giri yazmama rağmen ve bunların çoğunu ilk defa başlık olarak açmama rağmen altları boş yani bilgi ve fikir sahibi olunmak istenmiyor yahut kendini bilgin sanan zamane gençleri iki üç muhalif taşlama yapınca kendini aydın sanıyor. bunun da etkisi sözlüğe uğramıyor.

yazarlar kişisel olarak başlık açarken yaratıcı olamıyor bu da gözlem yeteneğinin yeterli olmadığını gösteriyor. halbuki gözleme gerek yok kendi başına gelen ufak tefek estantaneler muazzam içeriklere dönüşebilir. sonra da gidip diğer sözlüklerden başlık taşınıyor yahut yazacak başlık bulamıyorum diye hayıflanıyor.

saymakla bitmez. bu iş interaktif bir sözlük işi sadece adminle modla olmaz, ha adminler sadece katalizör olurlar o kadar.

intihal yapan yazarlara hiç girmedim bile.

la vita e bella

sophos
hayat güzeldir: 1997 tarihli Roberto Benigni filmi (kendisi filmin başrol oyuncusu ve yönetmeni, filmdeki eşi kendi karısı).

film, faşist italya'da geçiyor. kitapçılık ve garsonluk yapan guido, yahudi olduğu için çocuğuyla birlikte toplama kampına gönderiliyor. oğlunun üzülmemesi için buranın toplama kampı değil oyun olduğuna ve en çok puan toplayanın tank alacağına inandırıyor çocuğu.
çocukları toplayıp gaz odalarında, duş yaptırmak yalanıyla öldürüyorlar. bu yüzden babası, küçük çocuğuna saklanırsa puan kazanacağını söylüyor. onu bir kutuya saklıyorve kalabalık bitene kadar çıkmamasını söylüyor. babası karısını ararken kendisi ölüyör. fakat karısı ile çocuğu kurtuluyor.

kitabından daha güzel olan film uyarlamaları

jakoben
bu karşılaştırmanın tartışma tarihi çok eski fakat iki sanatın insan üzerindeki etkileri çok farklıdır.bunlar hiç konuşulmadı sanırım.okuma, ister istemez kendi zihninizde hayal ettiğiniz farklı düşler oluşturur.bu noktada beğendiğiniz bir okumanın düşleri size asla kötü gelemez bizzat sizin ve yazarın uyuşan ayrıntılarından meydana getirdiğiniz yaratınızdır çünkü.zihninizdeki mükemmele bizzat sizin ellerinizle oturur.fakat uyarlama filmler veya diğer filmler başkalarının mükemmelleridir. senaristin mesela.onun mükemmelini onun kadar iyi anlayabilmeniz için zihnizi görebilmeniz, oluşturduğu her ayrıntıya ve sebeplere hakim olabilmeniz gerekir fakat görsel sanatların doğasına göre bu mümkün değildir.kitabın gücü burada ortaya çıkıyor çünkü yazarın zihni ile aranızda bir perde yok. kitabından daha güzel film uyarlamaları olabileceğine pek ihtimal vermiyorum.ama kitap okumaktan çok film izlemeyi seven insanların söz konusu konunun muhatabı olan kitap yerine filmi daha güzel bulabilirler.ne diyebiliriz?bu ülkede her şeyi deriz avradısını orası ayrı.milletin zevklerini de tekelleştirdik düzleştirdik.fogin sovşıl mesıç

sözlükteki islamafobi

franz
İslamdan ve getirdiklerinden korkmuyorum. Bu sadece bir inanç.

Sevmediğim durum kişinin neye inandığını bilmeden konuşması. Kitaptan örnek verdiğim adam eğer "ben onu bilmiyorum, duymadım." dedikten sonra hala düşüncesi aynı yerde seyrediyorsa, bundan tiksiniyorum.

Neye inandığını bilmeden kendini kökten-dinci gösteren insanlardan tiksiniyorum.

Hiçbir görevini yerine getirmeyip, dinciyim diyenlerden tiksiniyorum.

Bunları gördükçe de insan ister istemez ahlaklı, dürüst, ne konuştuğunu bilen insanların, cennet denilen bahçeyi bu kişilerden daha çok hakettiğini düşünüyorum.

Eğer, insanlar öldükten sonra, terazi kurulduğunda, dürüst olup müslüman olmayanlar, yalancı olup müslüman olduğunu iddia edenlerden daha iyi ağırlanmazsa büyük hayal kırıklığı yaşarım.

simon bolivar

sophos
(d. 1783 - ö. 1830) Güney amerika'yı ispanyol sömürgesinden kurtaran kişi: el libertador.

George Washington ve Amerikan devrimi hayranıydı ve hayali ABD'yi model alan bir Birleşik Güney Amerika Cumhuriyeti kurmaktı.

Gerçekleştirdiği askeri başarılarla Kolombiya ve Panama 1819'da, Peru 1821'de Ekvador 1822'de ve Bolivya 1825 yılında İspanyol sömürgesi olmaktan kurtuldu. Bu altı ülkenin kurucusu sayılır kendisi.

1822 yılında kurmayı planladığı cumhuriyetin çatısı olacak federal yapı Büyük Kolombiya'nın fikri temellerini de atarak kurdu. Ne var ki Büyük Kolombiya Bolivar'ın ön gördüğü şekilde gelişmedi. Bu federal yapı kendi içerisinde özellikle askerler arasında derin fikir ayrılıklarına ev sahipliği yapıyordu. 1828 yılında ortak bir anayasa oluşturulması fikri de gerçekleşemedi.

hayvanlardan tanrılara sapiens

Valar dohaeris
(bkz:Yuval Noah harari)'nin en çok satanlar listesine girmiş kitabı. Harari bu kitabında, atalarımızdan bugüne insanlık tarihinin büyük başarılarını gerçekleştirmiş, dünyayı fethetmiş Homo Sapiens'i anlatıyor. Homo, insan cinsinin; Sapiens zeki türü olarak biliniyor. İnsanlık olarak dünyayı nasıl ele geçirdiğimizi, yükseldiğimizi; avcılıktan tarıma, tarımdan endüstri devrimine kadar topluluk olarak nasıl ilerlediğimizi tarih ve bilimi kullanarak son derece etkili bir şekilde okuyucu ile buluşturuyor. Dünyayı yöneten insanoğlu, kendi hayal gücü ile bugüne geliyor. Topluluklar; aynı kurallara, aynı sisteme inanıyor. Bu sistemler, dini politikayı ve efsaneleri yaratıyor. Topluluklar işbirliği içerisinde kendi ırklarını geleceğe taşıyorlar. Temelinde hayal etmek olan bu başlangıç, insanlığı doğal yasaların dışına, geleceğe taşıyor.

Kitabın popülaritesinin ardından yazar devam kitabı olan (bkz:Homo Deus)'u yayınlamıştır.

laik günlük

iron
insanları, yaşamayı seviyorum.
bir daktilom var ve yanımda bolca defter, dolmakalem taşıyorum. şehirde yağmurlu günler yaşıyoruz ve 80'lerin sonuyla 90'ların başındaki dünyaya bakıyormuşum gibi hissediyorum. henüz internet yok ve dünya gizemlerle dolu. insanlar renkli kazaklar giyiyorlar ve permalı saçlı kadınlar var. erkekler karın kaslarını göstermek için çabalamıyor. insanlar nazik.
kitapçılarda dolaşıyorum. yabancılara gülümsüyorum. bir yere gidip oturuyorum ve defterimi çıkarıyorum. yazdığım cümleyi seyrediyorum. yazdığım cümleyi seyreden bir yazar hakkında yazmayı düşünüp bu klişenin bayağılığına gülüyorum.
yediğim ekmekten tat alıyorum. yavaşça çiğniyorum. bir lokmayı yuttuktan sonra sohbet ediyorum. çatal kaşık seslerini duyuyorum. hardal şişesinin güzelliğine, sadeliğine hayran kalıyorum. soluduğum hava ciğerlerimi yakmıyor. bitkiler var.
sanki sarhoş halde eve dönerken düşüp başını vurmuşsun ve bayıldığında bir düş görmüşsün gibi dünya.
bunu bozmak istemiyorum. çizgilere basmadan yürüyen biriyim. o kadar sıradanım ki yolda karşınıza çıksam yüzüme bakmazsınız. giysilerim eski, fikirlerim zamanın uçlarını birleştiriyor.
önceleri kızıyordum fikirlerim görülmediği için. artık kızgın değilim.

birbirine aşık çiftler görüyorum ve seviniyorum. tam şu dakikada insanlar gelecekteki eşlerinin aileleriyle tanışıyor. yarı mahcup bir özgüvenle bir odada konuşuyorlar. tül perdeyi süzüyor birilerinin bakışları.
gelecek hayalleri geniş bir gülümseme oluyor.
adaletsizlikler, karanlık hesaplar, kötü insanlar yok demiyorum. kısa bir an sevinerek, dünyayı başka bir yer olmaya zorlayabiliriz diyorum.
haklı olduğumuzu düşündüğümüz bir anda bile karşımızdakine yüklenmemeyi, geçiştirmeyi öğrenebileceğimiz krizlerle dolu günlerimiz. başkalarına da yaşamayı, sabırlı olmayı ve bilginin kıymetinin farkına varmayı öğrenecekleri zamanı tanıyalım.

not: şehirde hiç sincap görmedim. parklarımızda sincap istiyorum.
1

laik günlük

iron
bu gece birilerinin zorlamasıyla,
ancak kendi bıyıkları kadar uzak bir dünya düşünebilen,
kendi solukları kadar havayla
bilgiyle ve ruhla dolu aptal bir çadır gibi görenlerin ittirmesiyle,
"düşecek olsam yukarıdan, ne düşünürdüm" diye geçirdim içimden.

jeneriktekilerin adları akarken ekranı yarıp odana gelirdim ve sen şaşmışken çocuk, sana güzel bir rüya söylerdim, yaşarken inanabileceğin.
ölümü ve insan kederini aşan rüyalar vardır.

laik günlük

iron
pencerem apartman boşluğuna bakıyor. çoğu zaman alt kattaki yaşlı çiftin pişirdiği yemeğin yanık yağ kokusuyla dolu odamda proust okuyorum. birkaç kez müziğin sesini fazla açtığım için ihtar ettiler. binada birisi banyo yaparsa boruların içinden büyük yük arabalarının sürtünerek geçtiğini düşünüyorum. garip ve memnunsuz bir ses yayılıyor odama. salona gidip evin manzaraya sahip olan tek penceresinden benimkinden daha aşağıda duran eski apartmanların kırmızı kiremitlerini ve etrafa sıçıp duran güvercinlerin uçuşunu izliyorum. benim binamın tepesindeki bok kütlesini düşündükçe zaman zaman ihtilafa düştüğüm komşularımla ödeşmişim gibi hissediyorum.

duvarıma newyorklu bir kadının fotoğrafını astım. yağmurda duruyor ve hiç hoşlanmadığım desenleri olan bir şemsiyeden sıçrayan damlalar kuvvetle etrafa dağılıyor. kadın yağmurun dikkatini çekmiş görünüyor. şehir tamamen aydınlanmış ve kadının yaşamı dağıtmasını bekliyorlar. dairesinden çıkmak için ayakkabılarını bağlamış olan bir genç solgun perdelerin kıpırdanmasını bekliyor. kadın, yağmuru yerden alıp yeniden göğe savurabilecek tek kişi. onu seviyorum. onu, delicesine seviyorum.

kapı çalıyor. benim, anahtarla bile zorla açtığım apartman kapısı dilenciler için ardına kadar açılmış oluyor. benim ne söylediğimi dinlemeden omzumun üstünden arkamdaki mutfağa bakıyor ve benden bir şey istiyor adam. “param yok” diyorum. yetmiyor. kapıyı yüzüne kapatmak kabalığını yapmıyorum. “param yok.” söver gibi bir ifadeyle yan dairenin önünde durup zile basıyor. kapıyı kapatıyorum ve gözetleme deliğinin önünde durursam orada olduğumu anlayacağını düşünüyorum. kulağımı kapının alt kısmına dayıyorum ve bir kahramanlık yapmak için bekliyorum. komşumun sokağın altından aldığı çileleri sararak elde ettiği yumakları çalmak isteyecekler. biliyorum.

komşumun kapısı hiç açılmıyor. sesler uzaklaşıyor. mutfağa gidiyorum. birşeyler yemeliyim. hayır, bu defa ekmek ya da salça değil. gerçek bir yemek. kendimi piyanist filminin aktörü gibi hissediyorum. evyenin altındaki dolapta kap kacak olduğunu bilmeme rağmen oralarda konserve arıyorum. konserve bulup karanlık odama döneceğim ve yamuk bir kaşıkla konservemi yiyeceğim.

yer yatağımdan bakınca tavan çok yüksek görünüyor. korkuyorum. yağmurcu kadından korkuyorum. odanın sessizliğinden korkuyorum. bir kolinin üzerini defter cildiyle kaplayarak yaptığım küçük sehpanın üzerinde duran masa lambama bakıyorum. uzakta duran masamdaki daha şık olan lambaya bakıyorum. kıdemce o bundan daha yüksek. o, evdeki lambalarımın komutanı. üzerinde küçük bir hasar olduğu için filmlerdeki gibi şık bir lamba olmasına rağmen çok ucuza aldım. tüm hayatım ucuza alınmış gibi duruyor. yalnızca o lambanın altında duran bir top kağıt ve aç kalıp satın aldığım dolmakalem bu evrene ait değil gibi.

açım. vandalizm hakkında okuyorum. vııı. yy. hakkında okuyorum. xx. yy. hakkında okuyorum. mideme baskı yapması için yumruğumu karnımın altına koyuyor ve yüzüstü yatıyorum. kitabı bir süre de böyle okuyorum. sevdiğim cümleleri kuran p*ç kurusuna imrenerek soğuk soğuk terlemiş alnımı temiz nevresimler taktığım yastığıma bırakıyorum. yüzümü görseydim kendime acımazdım. açım. tüm hayatımı bir yazar olarak geçirmek istedim. bir yazar okumuştum bir keresinde, fransa'da öğrenciyken ayağı dingildeyen bir masanın ve portatif bir ocağın olduğu bir odada, tuvaleti bile olmayan bir yerde mutlu biçimde şiir yazdığını ve yaşama karşı yüreklendiğini anlatmıştı. o yazarı şimdi görürsem o yalanlarını ve boktan şiirlerini bir tarafına sokacağımı biliyorum. bana nasıl çirkin hayatlardan çıktıklarını anlatıyorlar. yan dairemde sağır insanlar oturuyor. onların haber saatinde haber dinliyorum. televizyonum yok. internetim yok. radyom çekmiyor. kitaplarım var. masa lambam var. kombiyi açamıyorum. kuş bokunun altında donuyorum ve yağmurcu kadının umurunda olmuyor. haberlerde üniversiteden bir arkadaşımın ünlü bir yazar olduğunu ve yazdığı dizinin reytinginin çok yüksek olduğunu duyuyorum. onun semirmiş yüzünü ve buzdolabını açtığında yüzüne vuran sarı ışığa karşı gülümseyişini düşünüyorum. onun geniş bir mutfağın ortasında duran setin hemen yanındaki tabureye oturup iştahla yediğini düşünüyorum. sonra reklamlardaki gibi bana dönüyor. “pizza hat” diyor. yedin mi?

mutfağa gidiyorum. kapının koluna asılı olan naylon poşetteki bayat ekmekleri yiyorum. kahve yapıyorum. su ısıtıcısı “tık” diye atınca kendimi daha bir modern ve tok hissediyorum. mutfaktan odama geçerken ayakkabılıkta duran yırtık ayakkabımı görüyorum. bir yırtık bu kadar asil durabilirdi. seninle nerelere yürüdüm. önceki yaz meclis parkında yanımızdaki bankta oturan güzel kadının benden korktuğu günü hatırlıyor musun? ona sadece “merhaba” demiştim. kıyafetim, görüntüm, cızırtılı bir radyo frekansından düşmüş reklam cingılı gibiydi. kadın bana iğrenerek bakmıştı.

o gün, defterimi açıp aklımdakileri yazmıştım. parkta sivrisinekler her tarafımı sokmuştu ve bir yazar olmak dışında hiçbir istek duymuyordum. sivrisinekleri öldürmedim. kanım hala besleyiciydi. böyle düşünmek istedim. caddede yürüyen insanlar bir milyoncuların vitrin süslerindeki led ışıklar gibi geçip gitmişti. o kitabı bitirecektim. dijital saatlerin yanıp sönen rakamları gibi bir vardım bir yoktum.
odama döndüm. perdemi açık bırakmıştım. ben, kirasını ödeyen bir yurttaştım. kirasını ödediğim sürece dairemde duvarları kemirmek, çılgın seks partileri vermek ya da filozofça konuşmak hakkına sahiptim. haberleri dinlerim diye düşünüp yatağıma gittim. sırtımı duvara dayadım. yaz mevsimini unutturacak bir soğuk ve aşağıdan gelen közlenmiş biber kokusuyla perdemi kapattım. sırtımı duvara yasladım. haberleri kaçırmak istemiyordum. haberler yoktu. benim dairemin evrenin bir köşesinde, dünyadan milyarlarca ışık yılı uzakta sürüklendiğini düşündüm. sevdiğim bir melodiyi düşündüm. parçayı zihnimde birleştirdim. ağladım.

birkaç saat uyudum. sabaha karşı uyandım. nefesimin buğusu ıı. dünya savaşı'nda karşı cenaha işkence eden bir asker gibi sertçe suratıma indi. yorganı başıma çektim. çocukken yaşadığım evi düşündüm. annemin bana ördüğü süveteri düşündüm. saçlarımı bıdık ali gibi yana taradığımız zamanları düşündüm. evimizde kalan ve yaklaşık yüz yaşında olan bakıma muhtaç akrabamızı düşündüm. babamın dayısı. onun bulunduğu odaya her girdiğimde nefesinin odayı “yaşlılıkla” doldurduğuna inanırdım. bu yüzden odadan çıkarken nefesimi verir ve nefes almadan koşarak çıkardım. henüz beş yaşındayken yaşlı olmaktan ölesiye korktuğumu düşününce irkildim.

annemi düşündüm. benim tok olmamı isteyen annemi. her anne böyledir. fikirlerim var anne. yazabiliyorum. kitaplarım var anne. okuyabiliyorum. cemiyet hayatında yerim var. mahalledeki bakkal beni gördüğünde gündeme dair ne düşündüğümü soruyor. kimse beni dinlemiyor anne! sadece soruyorlar. paran var mı? neyle geçiniyorsun? bakkala girdiğimde ona heisenberg'den söz etmek istiyorum. camlı ekmek dolabının iştah kaçırıcı görüntüsünden söz etmek istiyorum. leş gibi olmuş raflarında duran tozlu bisküvi paketlerine bakıp onları cezalandırmak istiyorum. “iki ekmek, yumurta ve salça… hayır teşekkür ederim.”

param olunca satın alacağım kitapları düşünüyorum. yumurtanın kabuğunu bir cerrahın titizliğiyle kırıyorum. o kabukla beraber benim zırhımın da parçalandığını hissediyorum. iki lokma yedikten sonra masama oturuyorum. yazmalıyım. kalemi elime alırsam işler düzelecek. bir koalisyon hükumetinden önemli bu. surinam'da yaşayan falancalara yardımdan, ünlü şarkıcı götelek bilmemkimden önemli bu. senden, benden, babamdan, tanrıdan önemli bu. zamanı kurup yazıyorum. yağmurcu kadın'a düşen yağmurun kaynağı benmişim. doyuyorum.

arkadaşının olmaması

jakoben
dönemsel buhranlar.18-23 arası ortam or*spusu olan ben şimdi en tatlı bebiklerim bile arasa açıp açmamakta tereddüt ediyorum.zevkler değişiyor hayattan beklentiler değişiyor özellikle ortak noktalar çok felaket evrim geçiriyor yalnızlık geliyor o zaman yoksa tabi ki yalnız olmak istemez kimse fakat gerçekten de kimsenin dediklerini çekemiyorsanız yada umurunuzda olan şeyler bütünü değilse çıkışsız olarak oraya mahkum oluyorsunuz.arkadaş edinin.bolca.sonra zaten hepsinden kurtulmak isteyeceksiniz.

doğum gününü yalnız kutlamak

lexxpowder
Yalnız olduğumun her sene yüzüme çarpılmasına sebep olan dürümdür. Yine arayan soran, nasılsın diyen, gel iki tek atalım aq diyen, aklına gelipte bi mesaj atan ya da koluna giripte yanagına bi buse konduran sevgilimin olmaması her sene daha da ağır geliyor. Ben de günah geceleri haline getiriyorum doğum günlerimi. Tüm pislikleri yapıyorum. Parayı dert etmiyorum. Bizim de olsaydı yanımızda birileri biz de pasta üflerdik amma velakin yalnızız azizim. Yalnızlık zor.
1

william james sidis

sophos
1 Nisan 1898'de doğan William James Sidis tarihte en zeki adamlardan biri olarak biliniyor. Babası Boris Sidis, Harvard Üniversitesi'nde psikoloji ve psikiyatri eğitimi veriyordu. Annesi Sarah ise bir tıp doktoruydu. William'ın ilginç ve bir o kadar da trajik olan hikayesi henüz 6 aylık iken alfabeyi çözmesi ile başlıyor. 18 aylık olduğunda New York Times okuru olan William; 3 yaşına geldiğinde ise Latince öğreniyor. İlkokul çağına geldiğinde ise ilkokul birinci sınıfı bir gün,ikinci sınıfı bir kaç gün, üçüncü sınıfı üç ay, dördüncü sınıfı bir hafta, beşinci sınıfı on beş hafta; altı ve yedinci sınıfları beş buçuk hafta süreyle bitiren William, 8 yaşına basmadan İngilizce, Latince, Yunanca, İbranice, Fransızca, Almanca ve Rusçayı konuşabiliyor, anatomi üzerine makaleler yazıyor ve günlük gazeteleri okuyordu. Haliyle bu süre zarfında medyanın çok büyük ilgisine maruz kalıyor ve defalarca New York Times'ın manşetlerinde kendine yer buluyor.

8 yaşında Harvard Üniversitesi'ne başvuran ve bütün yazılı sınavları başarıyla geçen William, Harvard Üniversitesi karar kurulunca yeterince duygusal yoğunluğa ulaşmadığı gerekçesiyle Harvard'ın kapısından 8 yaşında geri dönüyor. 11 yaşında tekrar kapısına dayandığı okula bu sefer kabul edilen William, aynı sene dört boyutlu objeler hakkında Harvard'da ders vermeye başlıyor. Her ne kadar verdiği dersler fakülteden bağımsız özel olsa da konferanslarında hitap ettiği kitle arasında Harvard'da görev yapan öğretim görevlileri de yer almakta. Harvard'daki eğitimini 16 yaşında tamamlayan William, hukuk eğitimi almaya başlar.

Hayatı boyunca dört kitap kaleme alan, 40 dil konuşabilen ve bunların yanı sıra Vindergood adında bir de dil üreten William'ın hayatı hukuk eğitimi almaya başladıktan sora farklı bir yönde ilerlemeye başlar. Nitekim Marksist bir görüşe sahip olan William 1 Mayıs gösterilerinde hükümet tarafından tutuklanarak hapse atılmıştır. Ailesinin sahip olduğu çevre sayesinde hapis cezasını evde geçiren William, gerek sahip olduğu görüş ve katıldığı eylemler, gerek ateist olmasından ötürü çok ciddi ve ağır eleştirilere maruz kalmıştır. Genç yaşta parlak zekasıyla manşet olduğu gazetelere artık ağır eleştirilerle konu olmaya başlamıştır. Hayatının geri kalan kısmı bilimden uzak geçiren William, gündelik çalıştığı işlerle hayatını idame ettirmiş ve 17 Temmuz 1944'te hayatını kaybetmiştir. Serebral Hemoraji, yani beyin kanamasından öldüğü belirtiliyor.

Bu dahi zamanının ve özümseyemeyen toplumun kurbanı olmuştur. Gerçekten bu dahiyi değerlendirmemek affedilemez bir hata olmuştur. William James Sidis'in IQ'suna ilişkin hiç bir yazılı kaynak olmadığı fakat IQ'sunun zamanın şartlarında en yüksek seviyede tespit edildiği varsayılıyor. Ölmeden önce kardeşinin onu bir psikoloğa götürerek IQ testine soktuğu ve ölçülen IQ'sunun 250 ila 300 arasında olduğu karısı tarafından belirtilmiştir. Bu dahinin o zamanlar daha mevzu bahsi bile geçmeyen, The Animate and the Inanimate (1925) adlı makalesinde uzayda ışığı bile yutan (kara delik) termodinamik alanlardan bahsetmiştir.

kaynak: http://www.gercekbilim.com/dunyada-yasamis-en-zeki-insan-william-james-sidis/

baldıran zehri

sophos
baldıran adlı bitkilerden (latince: conium maculatum) yapılan, acı çektirmeden öldürdüğü söylenen zehir.

sinir sistemini yok eder; sinirlerinizin kaslarınıza hükmedememesine ve dolayısıyla bir noktadan sonra yaşam için gerekli kas kasılmalarınızın da durmasına (solunum gibi), ölümünüze sebep olur.

sokrates'in içerek yaşamına son verdiği zehirdir. antik yunan'da kullanılımı yaygındır.
Antik Yunan filozofu ve Yunan Felsefesinin kurucu olan, Heykeltıraş Sophroniskos'un ve ebe Fenarete'nin oğlu olan Sokrates günlerden bir gün sokağa çıkıp Atinalılara: "Zeus'tan Apollon'a kadar 500 çeşit tanrınız var. Halbuki kâinatta milimetrik bir düzen var, birden fazla el karışırsa bu düzen karışır yaratıcı bir tanedir" dedi.

Melethus diye biri onu, "Bu Sokrates denen adam devletin kabul ettiği tanrılara inanmıyor, gençlerin ahlakını bozuyor" diye ihbar etti. Sokrates' mahkemeye çıkardılar ve 501 kişi onu yargıladı.

Yargılama sonucunda Baldıran zehri içirilerek öldürülmesine karar verildi.
"Sokrates, bir ay hapis yattıktan sonra kendisine baldıran zehrini sunup "iç" dediler. Hiç tereddüt etmeden içeceği sıra da karısının ağladığını duydu ve "niye ağlıyorsun?" diye sordu. karısı "seni suçsuz yere öldürüyorlar" dediğinde Sokrates, eşine şu karşılığı verdi: "iyi ya işte suçlu yere öldürülsem daha mı iyi olacaktı" dedi.

Sonra da ağlamaya başlayan talebelerine dönüp "unutmayın ben ne ilk ne son olacağım hak ve hakikati, gerçeği günlük hayat kaygılarının üstünde tutan birçok insanın akıbeti benim gibi olacak" dedi ve baldıran zehrini içerek öldü.

güne anlamlı bir şiir bırak

sophos
adamsın jakoben
çomarları kudurtan ben
siken sen

eğer üşüdüysen
yakalım imam hatipleri

bizim çomarlar
eksiliyorlar girileri
el ile yemek yemek hoşlarına gider
severler zulüm edeni

ülkeyi bok götürse de
savunurlar dinlerini
28 şubat'ı duyar ağlarlar
arap itleri

dinlerine hoşgörü kasarlar
türkiye'nin çakma bedevileri
4

yazarların yaşadığı tuhaf olaylar

baran anlattı
hayatımda bir kez otostop çektim. yaklaşık elli km yürümüştüm. bir ağbi durdu. ne tarafa diye sordu? "şehir merkezine" dedim.
arka koltukta iki tane ördek vardı. arabanın tavanına bile mıçmayı başarmıştı ördekler.
ağbi ön koltuğa gazete serdi. bindim. sırtımı yasladığım kısımda kurumuş ördek b.ku olduğunu görmüş olmama rağmen ses çıkartmadım, ayaklarım zonkluyordu.
ağbi "çocukları okula bırahacağım, önce onları bıraham sonra seni bırakırım" dedi. "tamam" dedim. onca yolu yürüdüğüm için nasıl uykum vardı anlatamam. bir köy evine yaklaştık. üç tane ilkokul öğrencisi bebe bindiler arabaya. bir tanesi ördeğin birini kucağına aldı. diğeri ördeğin üzerine oturmak için zıpladı, ördek manevra kabiliyeti gelişmiş olduğundan kendini kurtardı. üçüncüsü de araba kullanan babasının kucağına oturdu.
kucakta giden velet sık sık direksiyona saldırdı, dikiz aynasını kanırtarak söktü, ördeklerden birini benim kucağıma attılar.
okul, şehir merkezinden ters yönde. bir ara yanımızdan bir otobüs geçti. "ağbi ben ineyim olmazsa..." dedim. lafı ağzıma tıkadı. köy bakkalından hepimize gazoz aldı ağbi. veletlerden biri bana ne iş yapıyorsun diye sordu ben de astronotum dedim, göz kırptım, eğlendik.
bu velet babası bakkalla konuşmayı bitirip arabaya binince babasına "bu oğaabi hastrotmuş" dedi. babası da garipsemedi. bu arada saat dokuzbuçuk oldu. ağbiye "okul kaçta başlıyor yahu" dedim. "üğretmeng yoh, geç geliyür" dedi. yok mu geç mi geliyor anlamadım.
bir km sonra derme çatma bir yapıya ulaştık. oradan bir koyun aldık ve ağbi "çocuhlar öne gelsing, sen argıya geçh" dedi.
kucağımda iki ördek ve yanımda bir koyunla sehayate devam ettim. uykusuzluktan koyunla bakışırken kafam düşüyordu. "ağbi sen beni en yakın otogara bırak, ben oradan giderim" dedim.
"bah, bien sengi götüreciğem hemşehrim, sen nideceeen" dedi ağbi.
çocukları okula bıraktık. okul dediysem prefabrik yapılar kadar muhtemelen tek sınıflı bir bina. bizi karşılayan hademe "engişdeea, nirde galdınh yıav" diyerek üzerimize seğirtirken ağbi şaka olsun diye üzerine sürdü ve direksiyon hakimiyetine sahip olan bebe direttiği için hademeyi ezdi.çıkıp baktık. "adamın iç kanaması olabilir" dedim. ağbi "yığoh yıav ben her gün çarbıyom" dedi.
"ağbi saçmalama adam ölür" dedim, ikna ettim. arkaya hademe arkadaşı yatırdık, önde koyun ve ben hastaneye gidiyoruz, ördeklerden biri ayağımın dibinde, kucağımda koyun, arkada bir ördek ve bir ahlayıp vahlayan adam vardık hastaneye.
acil girişinde "iç kanama olabilir" dedim gelen görevliye. görevli kucağımdaki koyunun yüzüne bakıp sesin nereden geldiğin anladıktan sonra "veterinere gidin" dedi. "ağbi şaka mı yapıyorsunuz arkada yatan adam için diyorum" dedim.
şoför ağbi olayın ciddiyetini anlayınca ağlamaya başladı. arabayı park ettik, şoför ağbi sedyede götürülen hademeyi yoklamaya gideceğini benim arabada beklememi, polis gelirse dörtlüleri yaktığını, uzun kalmayacağımızı söylememi tembihleyerek gitti.
onun gitmesinin üstüne polis geldi. camı indirdim. "buraya park edemezsiniz" dedi. ben durumu izah etmeye çalışırken ördeklerden biri camdan atladı. ben de onu yakalamak için kapıyı açınca koyun da atladı. kısa bir an ördeği mi koyunu mu yakalamam gerektiğini bilemedim. polise "ağbi arkada bir ördek daha var ona sahip çıkın" dedim ve koyunun peşinden koştum. bu sırada bir şarjmatik gözüme ilişti. bu ilçeden kendi imkanlarımla kurtulabileceğimi düşündüm. koyunu tutmuşken oraya yaklaştım. bir lira atıp telefonumu taktım. koyunla rodeo yapıyormuşum gibi tuttuğum için insanlar şaşkın bakışlarıyla bizi süzüyordu. polis ağbi kaçan ördeği de getirip kucağıma verdi. telefonda açılacakmış gibi bir görüntü yoktu. (eski modeldir, şarja taksanız bile hemen açılmaz.) bu sırada ağbi geldi. "bunlar sana emanet ben bi eve gideceğm" dedi.
"ağbi ben bunlarla ne yapayım, al bunları da götür" dedim. "hanım gızar" dedi.
yanımda iki ördek bir koyunla hastane avlusunda beklemeye başladım. bir süre sonra koyun ot mot buldu yemeye başladı. büfeden pet şişe aldım kestim, suluk yaptım. ördekler su içti.
telefonumu kontrol ettim. yok. şarj olmuyor. büfeciden rica ettim telefonunu kullanmak için. aradım, arkadaşlarım geldi. (gecikmeli olarak) biraz garipsediler.
durumu izah ettim. "önce bu koyunu ve ördekleri eve bırakacağız sonra eve gideceğiz"
başta bu plan makul görünüyordu. hastaneden ayrılalı yirmi dakika olmuştu, yolda polis durdurdu bizi. arabadan inin dediler. indim, kelepçeyi taktılar.
koyun hırsızı ben
bu kez polis arabasında koyunla kucak kucağa ilçe emniyet'e gittik. iki de ördek var unutmayalım. onları ayrı iki koliye koyup ağızları açık biçimde kucakladılar.
iki saat kadar bekledim. ifademi verdim. ağbi geldi. durumu izah ettim.
ağbi şikayetini geri aldı. "gomserim arhadaşı danıyorum, gendisi hasdırottur zatenleri"
gece beni eve bıraktıklarında duş alıp deliksiz 12 saat uyudum.

evet, ben hasdırotum

not: bu otostopun nedenini de başka zaman anlatırım.
2

laik günlük

baran anlattı
şehirde taş binaların olduğu bir bölgedeydik. harika bahçesi olan bir eve girmiştik. daha adım attığım ilk anda o bahçenin ve evin hayatımı değiştireceğini biliyordum. bahçenin sınırını paslanmış dikenli tellerle kesin biçimde çizmişlerdi. yüksek taş duvarın üstünde teller bir tehdit gibi tutunmuştu.
yağmur vardı ve schaub lorenz marka bir televizyonda körfez savaşı görüntüleri dönüyordu. üzerimde süveter olmasına rağmen üşüdüğümü ve oturduğum yerde ayaklarımı tuttuğumu hatırlıyorum. uzun bir süre kendimle ilgilenmiş olmalıyım. dış kapının kapanma sesini duydum. hızla koştum ve sokağa çıktım. sokağın iki tarafında da sanki hiçbir tarihte hiçbir araba oradan geçmemiş gibi derin bir sessizlik, hareketsizlik vardı. sonsuz uzunlukta bir resim çerçevesinde sıkışmış hissettim.
tekrar eve döndüm.
televizyonu kapattım. kitaplıkta dilini bilmediğim kitaplar vardı. onlardan birini aldım ve açtım. sonra bir diğerini, sonra bir diğerini.
kitapların üzerinde uyumuştum. genç bir alman olan bakıcım kucağında paketlerle içeri girmişti. bana sayıları öğretirdi. eins, zwei, drei.. sonsuza kadar saysam da beni bıraktıkları yere geri dönüp almayacaklarını biliyordum.
bugün kargoyla bir paket aldım. içinden o kitaplıkta gördüğüm kırmızı kapaklı kitap çıktı. "seni hiç unutmadık"
"ben de unutmadım."

sevmek zamanı

zeybek
son zamanlarda ilginçlikle karşılaştığım bir duruma sahip olan film. bir kere mükemmel. karşılaştığım durumsa saçma ama, anadolu toprakları müziklerinin hastası olarak ben, bir arkadaşım sevmek zamanı'nın moğollar müziği var moğollar müzik yapmış falan dedi. ulan yıl hesabı yapıyorum imkansız falan. hatta çok eski olmayan bir şarkısına diyor, hangisiydi hatırlayamadım falan. ben de biraz araştırdım ama cahit berkay yapsa yine yaşı yetmeyecek galiba derken anladım ki yolum seninle şarkısına sevmek zamanı görüntüleri montajlanmış arkadaşın aklında da öyle kalmış. tabii ben baya yırtındım ahahah kafa yordum.

bu da böyle bir anımdı.

4

şempanzelerin ve maymunların taş çağına girmiş olması

romacumhurbaskani
Taş Çağı'nı, erken insansı ve insanların yaşadığı bir dönem olarak görüyoruz. Fakat son yıllarda yapılan araştırmalara göre bu çağı tek yaşayan insanlar değil.

Arkeologlar batı Afrika yağmur ormanlarında Brezilya ormanlarında ve Tayland sahillerinde dikkate değer taş aletler keşfetti. Bunları ilgi çekici yapan işçilikleri ya da çok eski olmaları değil. Hatta dikkatli bakılmazsa bir alet olduğu bile anlaşılamayabilir. Tarihleri de en fazla Mısır piramitleri kadar geriye gidiyor.

Bu aletleri özel yapan, onların insanlar tarafından değil, şempanze, kapuçin ve makaklar tarafından yapılmış olması. Aletlerin ortaya çıkarıldığı alanlar, “primat arkeolojisi” adında yeni bir dalın temelini oluşturuyor.

Aletlerin kendisi oldukça kaba. Bir maymun yaptığı taş çekiç, bir insan türünün yaptığı el baltasına hiç bir şekilde yaklaşamaz. Fakat önemli olan bu aletlerin gelişmişliği ya da sofistikeliği değil.

Bu aletler, primatların rutin olarak taş alet teknolojisinden faydalandığı bir kültür oluşturduğunu kanıtlıyor. Yani primatlar, Taş Çağı'na girdi.

Büyük Maymunlarda Alet Kullanımı
Önceki yıllarda biyologlar insanların yaygın olarak alet kullanan tek tür olduğunu düşünüyordu.

Günümüzde memeli, kuş, balık hatta böcek gibi canlıların hayatını kolaylaştırmak için alet kullandığını biliyoruz. Primatlar da alet kullanıyor. Fakat bir kural olarak primatlar, taşlardan alet yaratmıyor.

Oxford Üniversitesi'nden Primat Arkeolojisi (Primarch) projesi lideri Michael Haslam “Orang-tanlar, bonobolar ve gorillaların bitkilerden yapılan aletler kullandığı görüldü, fakar hiç bir zaman taş alet kullanımına rastlanılmadı” diyor. Haslam'a göre, büyük maymunların taş aletleri neden kullanmadığı bir gizem.

Fakat bunun nedeni, hayatlarının çoğunu ağaçlar içinde ve çevresinde geçiren bir tür için taşların kolayca bulunamaması olabilir. Haslam, bitkilerin ise primat ortamlarında her yerde bulunabildiğini söylüyor.

Buna göre, özellikle zeki bir büyük maymun, taş alet kullanmaya başlasa bile, çevrede bu geleneğin grubun diğer üyelerine (ve sonra gelecek nesillere) geçirilmesine yetecek kadar taş bulunmuyor.Primat Arkeolojisi
Fakat batı Afrika'daki şempanzeler, kabuklu yemişleri açmak için kullandıkları taş alet teknolojisini, birçok nesile aktarmayı başarmış gibi gözülüyor. Bu 2007'de yayınlanan bir makaleyle gözler önüne serildi.

Normal arkeolojideki, insan davranışlarını geride bıraktıkları kalıntılardan tanıyabileceğimiz prensibini primatlara uygulayan Christophe Boesch önderliğindeki “primat arkeologları”, böylece şempanze aletlerini incelemeye başladı.

Primat arkeologları, Fildişi Sahilleri'ndeki yağmur ormanlarında, orman zemininde bir alanı 1 metre derinliğe kadar kazdı. Bu kazı, taş aletler bakımından çok zengin olan 4,300 yıl öncesine kadar giden bir tabaka ortaya çıkardı.

Batı Afrika Şempanzeleri 4,300 Yıldır Alet Kullanıyor
Bu taş aletlerin bir kısmı sadece insanların sahip olduğu bir kesinlik ve hassasiyetle yapılmıştı. Başka diğer aletlerde ise, günümüzde o bölgedeki şempanzelerin de yaptığı gibi, kabuk kırmak ve vurma aleti olarak kullanmak gibi çok daha kaba şekilde kullanıldıklarına dair izler bulundu.

Boesch ve meslektaşları daha önce bu bölgede, modern şempanze taş alet külltürünü araştırmıştı. Bu araştırma şempanzelerin kendine özgü bir alet seçme ve kullanma yöntemi olduğunu gösterdi.Örneğin şempanzeler sıklıkla, kasıtlı olarak 1 kg ve 9 kg arasında büyük ve ağır taş çekiçler kullanmayı tercih ederken, insanlar 1 kg veya daha hafif taşlar kullanmayı tercih ediyor.

Şempanzeler ayrıca, insanların yemediği bazı kabuklu yemişleri açmak için de taş alet kullanıyor. Kazılarda bulunan taş aletlerde, bu yemişlerden gelen nişasta kalıntıları bulundu.

Bu bulgular birlikte ele alınınca, şempanzelerin Fildişi Sahili yağmur ormanlarında 4,300 yıldır taş alet kullandığı sonucu ortaya çıkıyor.

Boesch, Şempanze Taş Çağı'nın en azından 4,300 yıl önce, hatta belki de daha erken başladığını söylüyor. Fakat “daha erken dönemleri inceleyebileceğimiz toprak tabakalarını nerede bulacağınızı kestirmek çok zor” diyor Boesch.Şempanze-İnsan Ortak Atası mı Alet Kullanmaya Başladı?
Şempanzeler insanın yaşayan en yakın akrabası. Onların da bizim gibi taş alet kullanabiliyor olması, insan ve şempanzenin ortak atasının taş alet teknolojisini geliştiren ilk canlı olduğunu akla getirebilir.

Fakat Haslam bunun pek mümkün olmadığını söylüyor. Eğer öyle olsaydı, bütün şempanzelerin taş alet kullanmasını bekleerdik. Fakat sadece, batı Afrika'daki az sayıda şempanze topluluğunda bu kullanımı görüyoruz.

Batı Afrika şempanzelerinin, orta ve doğu Afrika şempanzlerinden ayrıldıktan sonra böyle bir taş alet teknolojisi geliştirdiklerini düşünmek daha matıklı oluyor. Haslam, bu ayrımın 50,000 ila 1 milyon yıl önce gerçekleştiğini söylüyor.

Bu nedenle batı Afrika şempanzelerinin Taş Çağı, insan taş çağından tamamen ayrı görünüyor Maymunlarda Alet Kullanımı
Birkaç yüzyıldır Brezilya'daki sakallı kapuçin maymunlarının (Sapajus libidinosus) taş alet kullandığına dair raporlar biliniyor. 2004'teki bir araştırma da bunu kanıtladı. Tayland'daki uzun-kuyruklu makak maymunları da 2015'teki bir araştırmaya göre taş alet kullanıyor.

Bu iki tür de primatların evrim ağacında, insanların yakınında bir yerde bulunmuyor.

Haslam “Kapuçinler, bizden 35 milyon yıllık evrimle ayrılmış olan Yeni Dünya maymunlarıdır. Makaklar bile bizden yaklaşık 25 milyon yıl önce ayrıldı” diyor. Yani taş çağına giren primatlar evrim ağacında o kadar dağınık duruyor ki, taş alet teknolojisini birbirlerinden bağımsız olarak keşfetmiş olmaları gerekir. Haslam “Aynı davranışın çoklu olarak keşfedildiğini görüyoruz” diyor.

Haslam şu anda, Boesch'in Fildişi Sahili'nde şempanze arkeolojisinde kullandığı teknikleri, makak ve kapuçinlerde alet kullanımını araştırmak için kullanıyor. Primarch projesi kapsamındaki araştırma henüz yayımlanmadı. Haslam “Şimdiye kadar, taş alet kullanan primatların faaliyet alanlarında, gömülmüş taş aletler ortaya çıkardık” diyor.Kapuçinler, taş aletlerini kabuk kırmak için, ve bir de yumru-kök yiyeceklere erişmek için kazma amaçlı kullanıyor. Haslam “Biri ne zaman sakallı kapuçinleri doğal ortamlarında gözlemlese, taş alet kullanımını görmüştür. Bu tür, insanlar dışında her yerde her zaman taş alet kullanan tek tür olabilir” diyor.

Onlardan farklı olarak, makaklar adalarda yaşıyor, ve taşlarını deniz kabuklularını kırıp açmak için kullanıyor.

Her iki tür maymun da bu geleneği nesilden nesile aktarmış gözüküyor. Buna göre insanlar dışında en az üç tür primatta, taş alet kullanımının derin bir tarihi var. Şempanze ve maymun taş aletleri ne kadar ilkel görünse de, bizim atalarımızın kullandıkları da uzun zaman önce bunlardan çok farklı değildi.nsanların Yaptığı İlk Taş Aletler
Mayıs 2015'te Kenya'da çalışan arkeologlar, insanların yaptığı ilk taş aletler üzerine sonuçlarını yayınladı. Lomekwian adı verilen bu aletler 3.3 milyon yıllıktı. Keşfi yapan ekibe göre, bu aletler taş alet kullanan şempanze ve maymunların kullandığı tekniklere benzer teknikler kullanılarak yapılmıştı.

Buna göre taş alet kullamam primatları incelemek, erken insan davranışlarının doğası hakkında da bize fikir verebilir. Fakat erken insanlar şempanze ve maymunlardan oldukça farklı olduğu için sonuç çıkarmak o kadar kolay olmayacaktır.

Lomekwian taş aletlerinden yaklaşık 700,000 yıl sonra insan teknolojisi daha ilerledi. Önce küçük parçalar çıkarılarak daha keskin bir uç yaratılan taş aletlerin de dahil olduğu Oldowan teknolojisi, 1 milyon yıl sona da özenle şekillendirilmiş kesme ucuna sahip Aşölyen el baltaları ortaya çıkmaya başladı.

Peki atalarımız çok uzun zaman önce böyle gelişmiş taş aletler yaparken, şempanze ve maymunlar neden Lomekwian benzeri bir teknolojiden ileri gidemedi? İnsan Elinin Farklılığı?
İnsan elindeki evrimsel gelişmelerin, aletleri daha ince bir şekilde manipule etmemize yardımcı olduğu düşünülebilir. Fakat Temmuz 2015'te yayınlanan bir araştırma, insane linin son bir milyon yılda, şempanzelerin elinden daha az değiştiğini ortaya koydu.

Araştırmayı yapan Almécija “İnsan ve şempanzenin atasının el uzunluğu oranları, insana, şempanzeye olduğundan daha yakındı (fakat eşit değildi)” diyor. “Parmak uzunluğu oranları açısından insanlar şempanzelerden daha ilkel” diyor.

Şempanze ve maymunların daha geride kalmasının nedeni elleri değilse, sorun büyük ihtimalle beyinlerinde, diyor Almécija.

İnsan Beyni Yemek Pişirme Sayesinde Büyümüş Olabilir
Harvard Üniversitesi'nden Alexandra Rosati “Taş alet yapma becerisinin, fazladan bilişsel yetenekler gerektirmesi olası görünüyor. Sadece neyin yararlı bir alet olacağını bilmek değil, aynı zamanda onu yaratmak…” diyor.Şempanzelerin Pişmiş Yiyecek Tercihleri
Fakat eğer Wrangham haklıysa, Rosati ve Felix Warneken taradından yapılan bir araştırma, büyük bir önem kazanıyor. Şempanzeler ateşi kontrol etmeyi öğrenmemiş olabilir, fakat 2015te yapılan bu araştırmaya göre, pişmiş yiyecekleri, pişmemiş yiyeceklere tercih edecek zekaya sahipler.Yaptıkları bir dizi deneyde, Rosati ve Warneken şempanzeleri bir çeşit “fırın”la tanıştırdı. Şempanzeler yiyecekleri belli bir kaba koyduklarında, bu yiyecek daha sonra onlara pişmiş olarak geri dönüyordu. Şempanzeler patates parçalarını, yiyeceği çiğ olarak geri getiren bir kap yerine bu “fırın” kabına koymayı daha çok tercih etti.

Dahası, şempanzelere patates parçalarıyla birlikte tahta parçaları da verilmişti, ve bu tahta parçalarını “fırın” kabına koymakla da uğraşmadılar. Bu da, “fırın”ın sadece yenilebilecek şeyleri pişirdiğini anlamış olduklarını düşündürüyor.

Şempanzeler, uzak bir yerde bulunan çiğ yiyecekleri, pişirmek için “fırın”a getirmeye bile hazırdı. Bu durum, atalarımıızn milyonlarca yıl önce yiyecekleri ateş başına taşımaya başlamasını da yansıtıyor olmalı.

Peki Şempanzeler Beyinlerini ve Teknolojilerini Geliştirebilecek Mi?
Doğal olarak, şempanzeler ateşi kontrol etmeyi öğrenene kadar – eğer öğrenebilirlerse- , pişmiş et beğenilerinden faydalanamayacaklar. Fakat Rosati ve Warneken'in çalışması, atalarımızın daha gelişmiş beyinlere ve taş alet teknolojisine sahip olmasına izin veren beyin bağlantılarının şempanzelerde de olduğunu düşündürüyor.

Haslam, şempanze, makak ve kapuçin'lerin henüz teknolojik becerilerinin sınırlarına ulaşmadığının olası olduğunu söylüyor. Fakat Taş Çağı teknolojilerini geliştirmeye fırsatları olup olmayacağı belli değil.

Haslam “Avlanmayla ve yaşadıkları alanları yok ederek, nüfuslarını önemli ölçüde azaltıyoruz. Küçük topluluklar, gelişmiş teknolojileri büyük topluluklar kadar iyi yayamaz ve devam ettiremez” diyor.

Yani şempanzeler ve maymunlar çok daha gelişmiş taş aletlr yapma kapasitesine sahip olsa da, bunu başarmaya hiçbir zaman fırsat bulamayabilirler. Bunun nedeni de, başka bir grup primatın taş alet üretiminde çok ustalaşmış olması olacaktır.

Dipnot :bunlar 100 yıla kalmaz Arapları yakalarlar .



melis danişmend

zeybek
güzel sese sahip bir hanım. üçnoktabir ile hatrı sayılır bir rock mantalitesiyle hayatımıza populer manada giriş yaptı. eserleri herkese hitap etmiyor ki kendisi de bunu güden biri değil. hah hani sanat toplum içinciler sanatı acaba toplum için mi yapıyor bu hanım kızımız, bence değil. içinden geleni yapıyor ve illa ki ilgilenen buluyor.

üçnoktabir ile yaptığı bahçe, iki mutsuz parçalarını severim.

komünizm adı altında bölücülük yapmak

jakoben
bu cümleyi çok duyuyorum.bakın güzellerim canlarım elinizin altında internet var.internetten pdf dosya halinde elli tane komünist makale indirebilirsiniz.komünizm adı altında bölücülük yapılamaz.evet komünizm türk devrimine karşıdır fakat kürt-arnavut-laz-çerkez-yozgatlı asosyal masturbatör devrimine de karşıdır.komünizm der ki;milliyetçi kimlikle yapılmış ve yapılan hiç bir devrim halk çıkarına değildir.kimlik siyaseti üzerinden bölünmüş yurttaşlar birbirileriyle çatışma ve kutuplaşma halinde tutulur sürekli.parayı da büyük aileler kazanır.bizler kürt kakaya layık türk şanlıdır derken bireysel haklarımızdan zamanla soyutlanır uzaklaştırılırız.zaten halk nezdinde kabul edilen ilerici türk devrimi de böylece ölmüş oluyor.bugün türkün değeri var mı? yok.komünizm bunu ön görüyor sizin için.gördü yani.okuyaydınız zamanında.siz değil anangız babangız işte...bu ülkenin sokağına çıktığınızda kimsenin nereli olduğuyla ilgileniyor musunuz? yok.bu kadar ya.pkk ise demokratik ülke kurmak isteyen bir örgüttür.o bölmek ister oke? o nasıl bir türkiye varsa der ki kürt zenginlerinin kontrolünde bir bölge kurulsun.kürdistan diyelim.sosyalist değillerdir.komünist zaten değillerdir.komünizm ayrıca bırak ülkeyi bölmeyi tüm gücü devlette toplamak ister.bugün telekomünikasyonumuz bile satılık.sattığımız ülkeyle savaş çıksa haberleşemeyeceğiz.böyle yani özet olarak.komünizmi türk devrimine karşı olarak suçlayabilirsiniz.ama türkiye'yi parçalamak bölmek kan dönmek zartmak zurtmak.bunlar komik suçlamalar ya da algılamalar.lütfen amını siktiğimin ideolojisini açın okuyun. bakın her gün onlarca insan ölüyor bu ülkede yeter örgütlenmek lazım artık. oturun okuyun duyduklarınızdan hareket etmeyin kulaklarınızı tıkayın artık.