confessions

frantz fanon

rom  · 14 Haziran 2017 Çarşamba

  1. toplam giri 406
  2. takipçi 12
  3. puan 7303

dağlık karabağ

frantz fanon
azeri ve ermeni tarafların paylaşamadığı toprak parçası.

konuya hakim değilim*, tarihsel olarak şu tarihe kadar şunundu bu tarihe kadar bulundu diye konuşamam.
*1921'den sonra azeriler, 1990'a doğru (azeri çoğunluğa rağmen) -hocalı katliamı- tekrar ermeniler egemen oluyor, şimdi de (ermeni çoğunluğa rağmen) bu sefer tekrar azeriler almaya çalışıyor gibi görünüyor. ama bilemiyorum.konu üzerine her iki tarafın da belgelerine açığım.
edit: yok 10 yıl önce bizimdi, yok 100 yıl önce bizimdi diyerek bir yeri sırf bunun için almak da saçmadır. bugün (herhangi bi coğrafyada artık hiç nüfusu olmadığı halde) her millet tarihsel anayurdunu veya eskiden yaşadığı yeri tekrar almaya çalışsa dünya toz duman olurdu.

ama tarafların (eğer bölgede doğal kaynaklar ve benzeri cazibe yoksa) ısrarla "burası eskiden [100 yıl önce-10 yıl önce] bizimdi geri alacağız" gazı o küçük diktaların halklarını dinç tutmaya ve diktalarını devam ettirmeye yarıyor. ermenistan ve azerbaycan devletlerinin aygıt olarak düşman kardeş oldukları da barizdir.

edit medit


ayh araplar da yani

frantz fanon
bugünlerde dolaşıma giren, sosyal medyada ses getirecek bir köşe yazısıdır:

bugün türkiye'de suriyeli mültecilere duyulan tepkide bu cahilce önyargıları aşan ve aslında dünyanın pek çok yerinde karşımıza çıkan bir acımasızlık var.

türkiye'de, türk olmaktan başka övünebileceği bir şeyi olmayan insanların bulunduğunu ve bunların kendilerini, başka bütün uluslardan üstün saydığını ve ama aslında -özellikle batılı- emperyalist güçlere karşı büyük bir eziklik beslediklerini bilmez değilim. onlara ulaşmak –en azından bu mecrada- zor. ama medeniyet saydıkları kıstaslarla başkalarını küçümseyenlerle sohbet edebiliriz sanki.

on yıl kadar oldu; şarkı yazarı şehrazat'la röportaj yapmıştım. aynı zamanda, türkiye'nin ilk caz şarkıcısı sevinç tevs'in kızı olan şehrazat, beyrut'ta geçen gençliğinde beatles'ı dinlediğini anlatmıştı. o yıllarda beyrut –ve başka anlatımlara göre tahran- büyük grupların turne rotalarında yer alıyordu çünkü önemli kültürel merkezler arasındaydı. bugün “arap”ı bir hakaret olarak kullanan yüz binleri ağırlayan istanbul, bu tür bir kültürel merkez halini almaya başladığında, beatles dağılmıştı zaten.

beyrut'un kültürel hayatı lübnan iç savaşıyla kesintiye uğramış ve bir daha eski hayatiyetine ulaşamamış. (bir benzerini –iç savaş değilse bile başka siyasal gelişmelerle- türkiye'de yaşıyoruz. konser organizasyonu yapan arkadaşlar, birçok grubun güvenlik gerekçesiyle türkiye'ye gelmeyi istemediğini anlatıyor.) ama bugün beyrut'ta, arap dünyasının başka bir yerinde, dünya sinemasını, dünya edebiyatını, farklı ve güncel müzikal trendlerini takip eden insanlar, entelektüeller var. tıpkı istanbul gibi. ama başlıktaki cümleciği sarf etmekte beis görmeyen ve kendisini bugünkü iktidarın mağduru hisseden bir kesimin gözünde “arap” tekno dinlemek, jager içmek, şort giymek gibi “ayrıcalıkların” bırakın keyfini sürmeyi, adını bile bilemez. (bunların medeniyet alameti, ya da medeniyetin tek alametinin bunlar olup olmadığı da ayrı mesele.) aynı bakış açısına göre bu keyifler, bulgaristan'ın doğusunda sadece türklerin hakkıdır; o da sadece bir kısmının. ve “türkler” türlü türlüdür, aralarında farkı politik görüşlere, farklı hayat tarzlarına sahip olanlar vardır ama böyle çeşitlilik gösteren türklerden başka kimse yoktur. araplar –ve tabii kürtler- tıpatıp birbirlerine benzer. hatta istanbul'dan baktığımızda, doğuda kalan her şey ve herkes, ancak gözlerimizi kıstığımızda seçebileceğimiz muğlak bir kalabalık gibi görünür. orada araplar, sünni islam'ın ve ona atfedilen her türden kısıtlamanın temsilcisi olarak belirir ve çöl, develer, bedevilik falanla simgelenir. oysa bütün arapların islamcı, bütün islamcıların cihatçı olduğu fikri doğru olmadığı gibi, bütün arapların müslüman ve sünni olduğu bile doğru değil.

ama bugün türkiye'de suriyeli mültecilere duyulan tepkide bu cahilce önyargıları aşan ve aslında dünyanın pek çok yerinde karşımıza çıkan bir acımasızlık var; mesela almanya'da türkiyelilere, fransa'da kuzey afrikalılara, abd'de siyahlara gösterilen türden bir acımasızlık. kendinden saydıklarının burun kıvıracağı işlere, ölüm sınırında ücretlerle mahkum edilenlere, artık hayvanlara da layık görülmeyen bir algıyla, canının bizimki kadar tatlı ve değerli olmadığı varsayılan ötekilere yönelik bir acımasızlık. ki kadınlar söz konusu olduğunda bu acımasızlığa iki tarafta da rastlanır; almanya'ya göçmüş “türk” erkeği de alman kadının cinsel hizmetine layık görür kendini.

o yüzden, dr. sinan oğan'ın, yani akademinin doktorasını kabul ettiği ama taciz terimini öğrenememiş olan sinan oğan'ın ifadesiyle, “türk kızlarına” “sarkıntılık” yapanlar, suriyeliler falan değil, her ulustan erkek milleti.

ama tekbirlerin sesini bastıramadığı, al bayrağın üstünü örtemediği sorular var.

geride bırakmak zorunda kaldıkları evlerini bulabileceklerini bilseler dönmekte bir an bile tereddüt etmeyeceği açık olan ve burada kalmamak için, belki de ilk kez tanıştıkları engin denizlere, yüzme bilmeden, çürük çarık botlarda, uyduruk can yelekleri ve çocuklarıyla açılmaya göze alan suriyeliler sayesinde bu ülkeye trilyonlar değerinde fon aktığından neden kimse bahsetmiyor? yolsuzluğu, artık kaçınılmaz görecek kadar kanıksadığımız için mi bunların nerede kullanıldığını sormuyoruz? o insanların ucuzun ucuzu emeğiyle servetlerine servet katanlardan neden nefret edilmiyor peki? bütün suriye savaşı boyunca ülkemizi yöneten iktidarın, emperyal hevesler ve kürt düşmanlığıyla bu savaşta oynadığı rolü de mi bilmiyoruz? ve bugün, daha türkiye'de işler suriye'deki kadar sertleşmemişken, avrupa'nın yolunu tutanlar, tutanlara gıpta edenler, orada aynı küçümsemeyle karşılaşacaklarını neden akıllarına getirmiyor?

yoksulluklarının, yoksunluklarının, güvensizliklerinin ve mutsuzluklarının öfkesini, güçlerinin yettiği göçmenler ve mültecilerden çıkartmaya çalışanların yaptığı vahşi ve acımasız bir ırkçılık ama dünyayı kendi (kadı)köyü, medeniyeti kendi köyünün adeti sananlarınki de en az bunun kadar büyük bir aptallık değil mi?





suriyelilerin türklere saldırması

frantz fanon
olayı bilmiyorum orda oturmuyorum ama türkiyeliyle suriyeli bir arada geçinemiyor gibi görünüyor çünkü hem kültürler farklı hem suriyeliler savaşın verdiği tahribatta -doğal olarak- daha kötü durumdalar hem para hem psikolojik olarak. yine de 4 milyon suriyeliye rağmen enteresan bi şekilde ciddi etnik çatışmalar çıkmıyor demek ki bir cıkar var.
bu durumda tarafların aynı mahallede yaşamasını bekleyemeyiz. ayrı mahalleler kurulmalı ki iş ona gidecek. ülkedeki kaynakların suriyeliler de dahil üreten herkese emeği kadar dağıtılabileceği bir sistem mümkün ama yöneticilerin işine gelmiyor.

her kötülüğün suriyelilere itelenmesi de avrupadaki aşırısağ kafadan başka bişey değil. sonuçta bu insanları merdivenaltı atölyelerde hayvan gibi sömürenler tc burjuvalarıdır, 18ine basmayan suriyeli kızlarla para karsılıği beraber olanlar da bizim vatandaslarımız, işçi köleliği, seks köleligi pekistirenler, t*ayyip suriyeyi karistirirken ses cıkarmayanlar özü itibariyle daha kötüdürler.
2

aşırı feministliğin insanları soğutması

frantz fanon
erkek düşmanlığı özü itibariyle yanlış birşey ama ezenle ezilenin dost olması beklenemez. mevcut (ezen) erkek kültürü bitmeden feminist kadınlar erkeklere topyekun düşman olmaya devam edecekler. feministten gece arkasına takılıp yürüsen tacizci damgası yiyeceksin, rahatsız etmemek icin hızlı hızlı gecersen de kültürel hakimiyet kuruyorsun cinsiyetcisin diye kulplar takacaklar, olacak o kadar.

şeyh said ayaklanması

frantz fanon
Şeyh Said ayaklanması, Ağustos 1924'te Kürt subaylar, aşiret reisleri ve din adamlarının örgütlülüğü sonucunda başlayan ayaklanma. Ayaklanma 1925 yılında Türkiye Cumhuriyeti ordusu tarafından bastırılmıştır.

1923 yılında, Cibran aşiretinden olan Albay Halit Bey ile Bitlis emirlerinin soyundan gelen Yusuf Ziya Bey; özellikle Hamidiye Alayları'ndan yetişmiş subayların yanı sıra çeşitli aşiret reisleri ve şeyhlere de yönelen bir örgütlenme çalışması başlattılar. Yusuf Ziya Bey'in, 1923'teki İkinci Meclis seçim kampanyalarından yararlanarak temas kurduğu kişiler arasında, özellikle Diyarbakır'ın kuzeydoğusundaki Zazalar arasında çok etkili olan Şeyh Said de vardı. Azadi adını alan gizli örgüt ilk kongresini 1924'te toplamayı başardı. Konge'de bütün Türkiye Kürdistanı ölçeğinde genel bir ayaklanmanın çıkarılmasına ve bunu için yabancı güçlerle ilişki kurulmasına karar verildi. Trabzon'daki İngiliz konsolosu ve Irak'taki Kürtler aracılığıyla yapılan başvurulardan bir sonuç alınamadı; Şeyh Said'in ısrarıyla Gürcistan'a gönderilen elçiye ise Bolşevikler, ancak ayaklanmanın bastırılması sırasında Türklere yardım etmeyecekleri vaadini verebileceklerini bildirdiler. Mart 1924'te halifeliğin kaldırılması Azadi'nin propagandasında dinsel unsurlardan giderek artan ölçüde yararlanması sonucunu doğurdu.

Ağustos 1924'te, Nasturi Ayaklanması'nı bastırmak üzere gönderilen alaydaki Kürt subaylar; Yusuf Ziya Bey'in yazdığı şifreli telgrafı yanlış anlayıp ayaklanma çağrısı sandılar. Böylece genel ayaklanma tasarısı ciddi sarsıntılar geçirdi çünkü Kürt subaylar askerlerle birlikte dağa çıkmışlardı ve Hakkari yöresindeki Kürt aşiretlerini isyana teşvik edemeyince yanıldıklarını anlayıp Irak'a kaçmışlardı. Kaçanların barakalarında yapılan aramalar askeri otoritelerin Azadi'den haberdar olmaları ve Yusuf Ziya ile Albay Halit Bey de dahil, önder kadroların önemli bir bölümünü tutuklamaları sonucunu verdi. Sözkonusu operasyonların sonucunda önder kadro içerisinde, tanıklığına başvurulan, ancak tanıklığının yazılı olarak iletilmesi yeterli bulunan Şeyh Said yalnız kalmıştı.

Şeyh Said, 1924 kışı başında Hımıs'tan ayrılarak, Çebekçur, Palu, Lice ve Hani yörelerini kapsayan uzun bir geziye çıktı. Gezisi sırasında maiyetindeki yasadışı adamlarından birini tutuklamak isteyen bir jandarma mangasıyla karşılaşan Şeyh Said, ayaklanmayı erken başlatmak zorunda kaldı. 10 Şubat'ta Lice yolu üzerindeki bir posta arabasına el konuldu; 4 Şubat'ta Darhini ele geçirilerek bağımsız Kürdistan'ın başkenti ilan edildi. Birkaç bini geçmeyen asiler kendi üzerlerine gönderilen bir piyade bölüğünü yendikten sonra Diyarbakır üzerine doğru hareket ettiler.

Bu sırada, Şeyh Said'in isyan bayrağını açtığını haber alan diğer aşiretler değişik yörelerde yeni cepheler açıyor, Murat Çayı vadisindeki ayaklanma genel bir nitelik kazanıyordu. Çemişgezek ve Pötürge gibi yörelerde kendiliğinden ayaklanmalar patlak verdi. Cebekçur, Maden, Siverek, Ergani gibi kasabalar ciddi bir direnişle karşılaşılmadan ele geçirildiler. Şeyh Said'in oğlu Şeyh Ali Rıza'nın kumandasındaki aşiretler Muş ve özellikle Azadi önderlerinin tutuklu olduğu Bitlis'i almak için doğuya doğru hareket ettiler. Bu gelişmeyi haber alan vilayet yetkilileri Cibranlı Halil'le Yusuf ziya Beyleri hücrelerinde öldürttüler. Bunun üzerine ayaklanmanın kuzeydoğuya doğru geliştirilmesine karar verildi. Ancak ayaklanma, bütün kitleselliğine rağmen genel değildi. Varto'nun alınması sırasında 120 kişilik bir jandarma birliği ayaklanmaya destek sağlasa da Xormek ve Lolan aşiretlerinin direnmelerinden ötürü, diğer kasabalara kıyasla uzun sürdü. Ayaklanmanın örgütlenmesindeki yetersizlik, Elazığ'ın ele geçirilmesinde ortaya çıktı. Vali ve diğer sivil yetkililerin kaçtığı Elazığ, hükümet birliklerinin ciddi bir direnişiyle karşılaşılmaksızın 24-25 Mart'ta ele geçirilmişti. Ancak aşiret birliklerine önderlik eden Şeyh Şerif, bütün çabalarına karşın şehrin yağmalanmasını engelleyememiş ve askerlerin ana gövdesi Malatya yönüne doğru şehirden ayrıldıktan sonra, bu kez eşrafın örgütlediği milisler aşiret ordularından kalanları şehirden püskürtmüşlerdi.

Ayaklanmanın kısmi niteliği, aslı hedef olarak değerlendirilen Diyarbakır'ın kuşatılması sırasında kanıtlandı. Kuşatma sırasında Diyarbakır ovasında yaşayan yerleşik köylüler ayaklanmaya katılmadığı gibi, bütün çabalarını aşiretleri örgütleme doğrultusunda yoğunlaştırmış olan Azadi şeyhleri onları ayaklanmaya katmak için ciddi bir çalışma yapmadılar. Kenti kuşatan aşiret birlikleri Elazığ'da olduğu gibi Diyarbakır'da da kentlilerin aktif desteğinden yararlanamadılar. Kemalist hükümet, Fransızlarla varılan özel anlaşma sonucu kısmen Fransız mandası altındaki Suriye topraklarından geçen Bağdat demiryolu aracılığıyla bölgeye asker taşımaya başladı. 14 Nisan'da yakalanan Şeyh Said ve 47 arkadaşı Haziran'da yargılanarak Eylül'de asılarak idam edildiler.

kaynak: wikisosyalizm

gelmiş geçmiş en büyük devrimci

frantz fanon
ekşisözlükten esinlendiğim bilgimin yetmediği anket.

küresel çapta en ileri etkiyi yapan kimse odur.

atatürk lokal devrimcidir onun için olamaz atatürk'ün yaptığını deli petro çok daha erken ve çok daha küresel etkiye sebep olarak yapmıştır,

lenin? çok iradecidir belki ama sosyalizmi dünyaya egemen kılamamıştır

17yy. ve 18. yy burjuva devrimleriyle burjuvazi feodalizmi bitirdi ama bunun alt yapısı olgunlasmıştı yani nesnel koşullar da müsait görünüyor ve o adamlar olmasa da olurdu belki; yani kendiliğindenlik ne dereceydi o dönem bilemiyorum.

muhammed de ikna edici geliyor ama o döneme bakmak lazım yine.

büyük petro (deli petro) da bir seçenek tabi.
23 /