confessions

bedirhanberkesernur

Yazar  · 28 Kasım 2017 Salı

  1. toplam giri 30
  2. takipçi 11
  3. puan 539

kemalist türkiye'nin nazi almanyası'yla işbirliği

bedirhanberkesernur
evet anasını satayım ermenileri kestik, rumları kestik, kürtleri kestik, süryanileri kestik hatta nazilerle işbirliği yapıp yahudileri de kestik... ideoloji çerçevesinden tarihe bakmayı bırakın lan. adam o dönemin sscb-türkiye ilişkilerini bilmiyor, rusların türkiye'ye attığı iftiraları bilmiyor, gelip wikisosyalizmi kaynak göstermiş türkiye'yi nazi işbirlikçisi ilan ediyor. iddialara teker teker değineceğim. ama önce tarafsızlığın ne olduğundan biraz bahsedelim,

türkiye'nin 2.dünya savaşı'ndaki tarafsızlığı ne isviçre gibi pasif bir tarafsızlık, ne de ispanya gibi alman yanlısı bir tarafsızlıktı. türkiye'nin uygulamış olduğu politikaya aktif tarafsızlık diyebiliriz. türkiye 1945'e kadar tarafsız kalmıştır ama bu sırada savaşın bütün taraflarıyla aktif olarak ticari, diplomatik vb. ilişkilerde bulunmuştur. düşünün ki batınızda nazi almanya'sı var (ki bu adamlar fransız-ingiliz birleşik ordusunu iki buçuk ayda yendi, 1941-1942'de kızıl ordu'yu yerle yeksan etti), kuzeyinizde ve doğunuzda sscb var ve sizden toprak talebinde bulunuyorlar (buna daha sonra detaylı biçimde değineceğim). güneyinizde de fransa-ingiltere güdümlü devletler var. bunun dışında akdeniz'de yayılmacı bir italya var (ki 1920'lerden beri güney topraklarınızı işgal etmek istiyor) ve daha 1935'de etiyopya'ya saldırıp zehirli gaz kullanmış. durum bu. savaşan tarafların tam ortasındasınız. önemli bir konuma sahipsiniz ve savaş endüstrisi için gerekli madenleri (krom gibi) çıkarabiliyorsunuz. bu durumda sizi ne isviçre gibi etliye sütlüye karışmam tarzı bir tavır kurtarır, ne de ispanya gibi bir tarafı daimi olarak desteklemek. bu ortamda türkiye, savaşın bütün taraflarıyla çeşitli münasebetlerde bulunmuştur ve aktif savaşa girmemeyi başarmıştır. şimdi arkadaşın iddialarına geçebiliriz,

1)dostluk ve saldırmazlık antlaşması

18 haziran 1941'de türk-alman dostluk ve saldırmazlık paktı imzalanmıştır. almanya'nın sscb'ye saldırdığı tarih 22 haziran 1941'dir. normalde bunu okuyanın şunu düşünmesi normaldir: almanlar bizimle müttefik oldu, bundan hemen sonra da sscb'ye saldırdı.
birincisi, aynı dostluk ve saldırmazlık paktı sscb ile ta 17 aralık 1925'te imzalanmıştır.
ikincisi, almanya'nın sscb'ye saldırması resmi bir savaş ilanıyla değil, ani biçimdedir. yani savaşa girmeden dört gün önce bu anlaşmanın imzalanması almanya'nın türkiye tarafını güvenceye alması olarak yorumlanabilir. zira türkiye kuvvetle muhtemel bu harekattan habersizdir.
üçüncüsü, 25 mart 1941'de hem türkiye hem sscb tarafından türk-sovyet saldırmazlık deklarasyonu yayınlanmıştır. bu deklarasyon, 1925'te onaylanan anlaşmayı teyit etmiştir.
(mehmet gönlübol, cem sar; olaylarla türk dış politikası(1919-1973), 1987, s.193)
yani almanya, sscb'ye saldırdığında türkiye her iki tarafla da dostluk antlaşması imzalamıştı. bu, aktif tarafsızlıktır.

2)almanya-türkiye ticareti

şöyle buyurmuş sosyalist: "ama türkiye nazilerin sscb'ye saldırmasından sonra türkiye güya tarafsızdı ama almanya'ya çeşitli yardımlar da yapıyordu: krom cevheri ve başka stratejik materyaller satıyordu.". buna da türkiye'nin "tuhaf" hareketi demiş.

savaş sırasında türkiye, almanya ile krom ticareti yapmıştır, bu doğru. krom, savaş endüstrisinde kullanılan bir madendir. arkadaşın bilmediği muhtemelen şu, türkiye ilk olarak krom ticaretine ingiltere ile başlamıştır. hem de şu koşullarda; türkiye çıkarttığı kromun "tamamını" sadece ingiltere'ye ihraç edecektir. başka bir ülkeye ihraç için, ingiltere'nin "izni" gerekmektedir.





hatta, türk tarafı ihracatın savaş boyunca devam etmesini istemiştir. ingilizler bunu reddetmiştir. 2+1 yıl olarak uzlaşılmıştır (istenirse 1 yıl uzatılabilecek).
bu anlaşma çerçevesinde 1942 yılının sonuna kadar ürettiğimiz bütün kromu sadece ingiltere'ye ihraç ediyorduk. bu mu savaş sırasında nazi sempatizanı olmak? devam edelim; 1941'de almanya, türkiye'den kendisine krom satmasını talep ediyor. ancak ingiltere ile krom anlaşması hala yürürlükte olduğundan bu talep reddediliyor. anlaşma bittikten sonra 1943'de, almanya ile krom ticareti başlıyor. bu ticaret "ingiltere'nin bilgisi dahilinde" gerçekleşmiştir. 1944'de ingiltere ve abd, türkiye'ye nota vererek almanya'ya yapılan krom ihracatının durdurulmasnı talep etmiştir ve ihracat kesilmiştir. bu konuyla ilgili olarak dönemin dışişleri bakanı numan menemencioğlu'nun meclis'te yapmış olduğu 20 nisan 1944 tarihli bir konuşma var. zaten yukarıda verdiğim bilgilerin bir kısmını buradan aldım. aynen koyuyorum;







bu konuşmada menemecioğlu, almanya ile ticaretin yapılma nedenini de açıklıyor. ingiltere ve abd, dünyanın çeşitli bölgelerinden hammadde temin edebilen ülkeler. hal böyle iken türkiye ile ticaret yapmaya pek istekli değiller (zira akdeniz aynı zamanda savaş bölgesi). almanya'nın ise böyle bir şansı yok ve türkiye'nin ekonomisi için bu ticaret hayati önem taşımakta. türkiye nazilerle ticaret yaptı, onlara yardım etti gibi bir iddiayı ortaya atmadan önce bunları göz önünde bulundurmak gerekir. bu ticaret "tuhaf" falan değildir, ekonomiyi ayakta tutmak için zorunludur (bu hem savaş öncesi, hem savaş sırası ticaret için geçerlidir. türkiye'nin 1930'larda yaptığı ticaret onu nazi yanlısı falan yapmaz). ingiltere'yle yapılamazsa, almanya'yla yapılır. bu kadar basit.

3)almanya ve italya'nın savaş gemilerine boğazlardan serbest geçiş hakkı

bu iddia tamamen sscb tarafından uydurulmuştur. bunu yorumlamak için öncelikle dönemin sscb-türkiye ilişkilerine bakmak gerekir.
sscb'nin türkiye'den toprak (kars ve ardahan) ve üs talebinde bulunduğu bir gerçek. bu talep, 1953'e kadar devam etmiştir. 30 mayıs 1953'de sscb dışişleri bakanı molotov tarafından açıklanan notada, bu talepten vazgeçilmiştir. türkkaya ataöv, mehmet ali aybar gibi isimler de bunu kabul etmiştir. bu, türkkaya ataöv'ün kitabından (mehmet ali aybar'ın bu konuda yazdıkları bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm adlı kitabında mevcut):



bununla ilgili zamanında karşılıklı notalar verilmiştir. önemli olan nokta şu: türkiye-sscb arasında saldırmazlık anlaşması var ama ilişkiler de gergin. türkiye'nin kendi egemenlik haklarına aykırı olan bu talepleri reddetmesi gayet normaldir.
şimdi de montrö boğazlar sözleşmesine göre, boğazlardan hangi gemilerin hangi şartlarda geçebileceğine bakalım. şu linkten sözleşmenin tamamını inceleyebilirsiniz:

http://sam.baskent.edu.tr/belge/Montro_TR.pdf

ben sadece belli kısımlarını koyuyorum:





burada görüldüğü gibi savaş zamanında türkiye tarafsızsa, savaşan devletlerin savaş gemilerine boğazlar kapalıdır. aynı zamanda türkiye'nin savaşta olması yahut kendini savaş tehdidi altında hissetmesi durumunda istediği gibi hareket etme hakkına sahiptir. bu durum, batılı müttefiklerin sscb'ye akdeniz'den askeri yardım yapmasını engellemektedir. aynı zamanda sscb donanmasını da akdeniz'de hareket etmekten alıkoyar. boğazlardan alman-italyan savaş gemilerinin geçtiği iddiası, bu bağlamda ortaya atılmıştır. bu iddia, iki ülke hükümetleri arasında karşılıklı nota verilmesine sebep olmuştur. ismet inönü, 1 kasım 1945'de meclis'de yaptığı konuşmada, bu iddialara değinmiştir. aynı zamanda türkiye'nin tarafsızlığı ile alakalı da konuşmuştur. konuşmanın ilgili bölümünü koyuyorum:









bu konuyla ilgili olarak sscb ve türkiye, ikişer tane nota vermiştir. türkiye ilk notasında sscb iddialarına yanıt vermiş, ikinci notada da bir hakeme başvurulmasını teklif etmiştir. tahmin edebileceğiniz gibi sscb, hakeme başvurmayı reddetmiş, konu da kapanmıştır. notalar "türkiye'nin kapısı boğaz" adlı 1947 basımı kitapta mevcut.

4)ideolojik işbirliği

von papen, 1939-1944 yılları arasında almanya'nın türkiye büyükelçiliğini yapmıştır. arkadaş burada, mayıs 1942'de papen'in fevzi çakmak ile görüştüğünü ve savaşa almanya tarafına gireceğini söylediğini iddia etmiş. bu görüşmeyi doğrulayan herhangi bir kaynak bulamadım (yazarın verdiği wikisosyalizm linkinde de bundan bahsetmiyor, hatta wikisosyalizm de fevzi çakmak sayfası dahi yok).

frantz fanon'a kaynağını paylaştığı için teşekkür ederim. muzaffer erdost'un kitabında (kitabın adı faşizm tartışmaları: 1978) fevzi çakmak-von papen görüşmesinin kaynağı olarak johannes glasneck'in kemal atatürk ve çağdaş türkiye adlı kitap gösterildiğini söylemişti.
asıl kaynak olarak gösterilen kitabı sahaflardan temin ettim ve okudum. kitapta fevzi çakmak-von papen görüşmesinden bahsedilmiyor. zaten kitap, atatürk biyografisi olarak yazılmış ve ikinci dünya savaşı'na neredeyse değinmiyor (kitapta yaklaşık 25 sayfalık bir dış politika bölümü ve atatürk'ün ölümünden sonrasını anlatan 6-7 sayfalık bir bölüm var). kitapta türkiye'nin almanya ile yaptığı sistematik bir işbirliğinden de sözedilmemiş. aşağıdaki sayfaları örnek olarak koyuyorum:






savaş yıllarında türkiye'deki bazı bürokratların nazi sempatizanı olduğu doğru olabilir. ancak bunun devletin izlediği politikaya yön vermediği ortadadır. özellikle turancılık fikri üzerinden kendini nazilere yakın görenler olmuştur. fevzi çakmak da 1944'de yaş haddinden emekli edilmiştir. bu olayın arkasında turancılık fikrinin olup olmadığını bilmiyoruz.
bir de türkiye'de 20 bine yakın alman askerinin olduğu iddiası gerçekten akla hayale sığmıyor. ya tümen büyüklüğünde bir alman birliği nerede kalır, ne yer, ne içer? üstüne üstlük böyle bir durum türkiye'nin tarafsızlığını bozar. böyle bir şey olsaydı şu ana kadar ortaya çıkmaz mıydı? türkiye savaş sonunda zaten müttefiklerin yanında savaşa girdiğini ilan etmiş, 20 bin alman askeri türkiye'de ne halt yer? abd, ingiliz, türk, alman belgelerinde bulunmaz mıydı bu? rusların savaş döneminde yaptığı propagandayı 70 yıl sonra gelip burada tekrar etmiş adam.

sonuçta her ne olursa olsun türkiye, 2.dünya savaşı'na aktif olarak katılmadı. 1942 haziranında başlayan alman taaruzuna da destek vermedi. sscb'ye karşı yeni bir cephe de açmadı. 1942'deki askeri hareketlilikle ilgili inönü'nün söyledikleri, yukarıdaki meclis konuşmasında mevcut. ortalıkta nazilerin yanında yer alma gibi bir durum kesinlikle söz konusu değildir. bazı kişilerin(devlet içinde görevli olsun olmasın) nazi sempatizanı olması da bu gerçeği değiştirmez.

düzenleme: frantz fanon'un fevzi çakmak-von papen görüşmesini kaynak olarak gösterdiği kitaba göre 4.bölüm düzenlendi.
2

mehmet akif ersoy

bedirhanberkesernur
başlığı şans eseri buldum ve keşke bulmaz olaydım. okurken resmen kendimden utandım. lan "götüne damgayı sokar oy pusulasında akp'nin altına oturup kalkardı" nedir? hatta biri gelmiş ırkçı demiş. adam mehmet akif'e ırkçı demiş.
yaşasaydı hangi partiye oy verirdi yerine rahmetlinin düşüncelerinin tartışılmasını beklerdim.
mehmet akif ersoy'u günümüzün islamcılarıyla bir tutmak çok yanlış bir tutumdur. kendisi muhafazakardır, bu zaten belli. ama mehmet akif'e yobaz derken insan biraz utanır.
bakın, şu çılgın türkler'de, turgut özakman'ın akif hakkında yazdığı bir metin vardır (mehmet akif ersoy'un çeşitli şiirlerinden derlenmiştir. mehmet akif ersoy'un düşüncelerinin tahlili denilebilir). bir kısmını aktarıyorum:

"bugün dünyada milyonlarca müslüman var. ne acıdır ki hiçbirinin istiklali yok. yalnız biz istiklal sahibiydik. ama biz de yüzyıllardır, elde ne varsa, yabancılara verip geri çekile çekile yaşıyorduk.
bunun sebebi dinimiz midir? haşa. islamiyet hayatı, aklı, mantığı, zamanın icaplarını reddetmez. islamiyet dini, ölüler dini değildir. ama batı dünyası ilim ve fende ilerlerken biz müslümanlar ne yaptık? her şeyi allah'a havale ve emanet edip tembellik, cehalet ve bağnazlık içinde donup kaldık. sonuç ortada: dilenerek yaşayan hükumetler, harabeler, ekilmemiş tarlalar, yakılmış ormanlar, hastalıklar, hurafeler, üfürükler, yolsuz, okulsuz köyler, pis şehirler. milletin hayrı için ne düşünsen 'olmaz!' diye dikilen ilimsiz hocalar. her yeniliğe, 'biz dedelerimizden böyle görmedik' diye karşı çıkan yobazlar.
milletlerin hayatında duraklamak bile ölüm demek iken, biz tamamen durmuşuz. geriden de geri bir hale düşmüşüz. görünen köy kılavuz istemez. yaşadığımız, ilkel bir hayattır... "
(şu çılgın türkler, bilgi yayınları, 2005, s.522)

bu zihniyette olan birini, islamcı diye damgalayıp geçmek gerçekten ayıptır. evet, akif muhafazakardır, "asım'ın nesli" fikrini de beğenmiyor olabilirsiniz ancak islamcı, ırkçı gibi damgalamalar gerçekten çok yakışıksız.

atatürk'ün ateist olduğunu kabul etmemek

bedirhanberkesernur
başlamadan önce belirtmek istiyorum ki atatürk'ün ateist, deist, teist, müslüman olup olmadığını kesin olarak bilemeyiz. bu, onun kendi kafasında bitirmiş olduğu bir şeydir. üstüne üstlük (zaten burada da birçok kez belirtilmiş) atatürk'ün ateist olup olmaması yaptıklarının değerini küçültmez.
benim burada yapmak istediğim, uzunca bir süredir internette dolaşan ve "işte atatürk ateistti", "atatürk kuran'a sövdü" gibi bazı iddiaları kendi bilgimin ve kaynaklarımın elverdiği ölçüde incelemektir.

1)benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum

atatürk'ün söylediği iddia edilen bu söz, andrew mango'nun "atatürk, modern türkiye'nin kurucusu" adlı biyografisinde geçer. ilgili sayfayı koyuyorum,



buradan da görülebileceği gibi andrew mango bu sözü, grace mary ellison'un 1928'de yayınlanan kitabına dayandırıyor (bu noktada dikkatinizi çekmek isterim, iddiayı 1926-27 yıllarındaki röportajın orjinal metnine değil yaklaşık 1.5 yıl sonra yayınlanan kitaba dayandırıyor).
andrew mango'nun sözünü ettiği (ve kaynakçasında ismini vermediği) bu kitap 1928'de yayınlanmış "turkey to-day" adlı kitaptır. kitabın ilgili sayfalarını koyuyorum,





ilgili cümleler, kitabın 24.sayfasında geçmektedir. 23.sayfayı konuşmanın gidişatı anlaşılabilsin diye koydum.
konuşma haremler, çarşaflar ve din adamları üzerinden giderken atatürk ne hikmetse birden duruyor ve bir ingiliz gazeteciye "ben dinsizim" diyor. ilk olarak bu tavır mantıksızdır. zira daha 1926'da atatürk bir ingiliz gazeteciye böyle bir şey demeyecek birisidir. bildiğiniz üzere 1919-1922 yılları arasında atatürk din konusunda nispeten politik bir tavır izlemiştir. hilafete açık açık laf söylememiştir, anayasaya "devletin dini islam'dır" maddesinin konulmasına karşı çıkmamıştır vs. din konusunda halkın verebileceği tepkileri kestirebilen birinin, bir ingiliz gazeteciye (bunun propaganda malzemesi olarak kullanılabileceğini bile bile) ben dinsizim demesi mantık dışı görünmektedir. ben bu bölümün ellison tarafından kitaba eklendiğini düşünüyorum. zira bu "ben dinsizim" söyleminin üstüne, ellison şunu yazmış:

"at the moment, i could say no more, yet surely, it is the orthodoxies, not the spirit of the religion, he would condemn."

bu cümlede ellison, atatürk'ün eleştirisinin aslında dinin ruhuna (kendisine) değil, onun yorumlarına (orthodoxies) olduğunu söylüyor. işte olay bu noktada kopuyor. madem röportaj yaptığın kişi sana açık açık "ben dinsizim" diyor, senin bunun üstüne "yok efendim o aslında dine değil de dinin yorumlarına laf etti, ben bundan eminim" gibi bir cümle ekleme hakkın yoktur. şayet ekliyorsan da bu, "ben dinsizim" sözünün oraya sonradan eklendiği hissiyatını yaratır (röportajın orjinal metninde "ben dinsizim" kısmının geçmediğine dair bir iddia var ancak o metni bulamadığım için ekleyemiyorum.). ellison'un bu tavrı ve andrew mango'nun da röportaj yerine 1.5 yıl sonra yayınlanan kitabı kaynak göstermesi, bu cümlenin gerçekliğinin sorgulanmasına neden oluyor.

2)ıkre, bismi, rabbi safsatası

atilla oral, 2011'de "atatürk'ün sansürlenen mektubu" adlı bir kitap yayınlamıştır. bu kitap, atatürk'ün 1931'de türk tarih kurumu'na yazdığı 21 sayfalık bir mektubu içerir (bu mektup aynı zamanda ünlü "tarih yazan tarih yapana sadık kalmalıdır" sözünün geçtiği mektup. buradan öğreniyoruz ki o söz bile kısmen sansürlenmiş). bu mektupta atatürk, tarih ders kitaplarının hazırlanması sırasında "türklerin islam'daki yeri" gibi bölümlerin zakir kadiri'nin yazmasına sinirlenmiştir (zakir kadiri el ezher üniversitesi mezunudur ve atatürk'e göre kadiri, arap milliyetçiliğini ön planda tutmaktadır.). bu mektupta şöyle bir cümle geçmektedir:

"arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; (ıkre, bismi, rabbi) safsatasını esas tutmuş araplar, uygar dünyada, bilhassa türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır."

bunlar da mektubun ilgili sayfaları (ikinci ve üçüncü sayfa atatürk'ün el yazısından):







iddia o dur ki, atatürk bu mektupta kuran'a "safsata" demiş bir "islam düşmanı" dır. mektupta geçen ıkre, bismi, rabbi sözleri kuran'daki alak suresinin 1.ayetidir:

ıkra' bismi rabbikellezî halak
yaratan rabbinin adıyla oku!

şimdi, atatürk zihniyetindeki birinin okumayı emreden bir ayete "safsata" deme saçmalığı bir yana, buradaki bütün olay "safsata" nın tanımından çıkmaktadır. öncelikle cümleyi safsatanın günlük kullandığımız anlamıyla ("saçma" anlamıyla) okuyalım (ıkre bismi rabbi kalıbını kuran ile değiştirdim).

arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; kuran saçmalığını esas tutmuş araplar, uygar dünyada, bilhassa türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır.

burada öyle bir anlam çıkıyor ki, atatürk hem kuran'a saçma (safsata) diyor, hem de kuran'ın cahiliye devrinden kaldığını iddia ediyor (bu ilkeden kastı ıkre bismi rabbi, yani kuran'dır). cümlenin kendisiyle çeliştiği apaçık ortada. az önce de dediğim gibi buradaki sıkıntı "safsata" kelimesinin tanımından çıkıyor. peki safsata nedir? felsefe sözlüğünden aynen aktarıyorum:

sofizm, bilgicilik, bilgiçlik (osm. safsata; fr. sophisime; ing. sophism, fallacy): görünürde geçerli olan ama, gerçekte hiç bir sonuca ulaşmayan kanıt. daha belirli bir anlamda sofizm; doğru öncüllerden yola çıkarak kabulü imkansız bir sonuca ulaşan, dolayısıyla hiç kimseyi aldatamayan, ama akıl yürütmenin formel kurallarında uygun gözüktüğünden kolay kolay reddedilemeyen kanıttır.
(ansiklopedik felsefe sözlüğü, bilgi yayınları, 1973, s.306)

burada görüldüğü gibi "safsata" saçmalık anlamına gelmemektedir. yani atatürk'ün burada dediği şey, arapların kuran'ı yanlış anlamaları, kuran'ın "oku" ilkesinden, ulaşılması imkansız sonuçlara ulaşmaları ve bunun sonucunda uygar dünyanın yazılı eserlerini tahrif etmeleridir.
atatürk yaşasaydı refah partisi'ne mi oy verirdi bilemem ama bu mektuba göre yaşasaydı ihk'cı olacağı kesin. rahmetli, arap'ın a sını sürekli küçük harfle yazmış.

3)medeni bilgiler ve tarih kitabındaki "din düşmanı" ifadeler

atatürk, 1931 yılında "vatandaş için medeni bilgiler" adında bir kitap yazmıştır. bu kitap afet inan'ın adıyla yayınlanmış ve okullarda ders kitabı olarak okutulmuştur.
bunun dışında yine 1931 yılında okullarda ders kitabı okutulan ve kuvvetle muhtemel atatürk'ün talimatıyla yazılmış tarih kitabı vardır.
bu kitaplarda, islam bilimsel bir dille anlatılmıştır ki bu, atatürk'ün din anlayışı doğrultusundadır. üstüne üstlük bu kitaplar, dönemin "ulus devlet" anlayışıyla yazıldıkları için dini ikinci planda bıraktıkları da rahatlıkla söylenebilir. ancak atatürk'ün böyle bir kitabı yazması yahut yazdırması hiç bir şekilde kendisinin "dinsiz" olduğunu kanıtlamaz (kitapları rahatlıkla internetten bulabilirsiniz, yazıyı gereksiz biçimde uzatmamak için buraya koymadım).
aynı mantık tersten kurulursa ne kadar saçma olduğu görülecektir. örneği ben "atatürk'ün yazmış ve onun talimatıyla yazılmış, okullarda ders kitabı olarak okutulmuş din kitapları vardır. bu kitaplar islam'ı öven ifadeler ile doludur. bu nedenle atatürk müslümandır." tarzı bir mantık öne sürsem herhalde çomar damgasını anında yerdim. aynı şekilde "atatürk'ün yazmış ve onun talimatıyla yazılmış, okullarda ders kitabı olarak okutulmuş tarih/medeni bilgiler kitapları vardır. bu kitaplar islam'a söven ifadeler ile doludur. bu nedenle atatürk ateisttir/dinsizdir." tarzı bir mantık da geçersizdir. zaten bu kitaplar islam'a sövmemektedir, islam'ı bilimsel süzgeçten geçirip tarafsız biçimde anlatmaktadır ki laiklik ve ulus devlet anlayışları bunu gerektirir.
ek olarak atatürk 1930'lardan sonra ateist oldu ya o din kitapları kesin 1930'lardan önce yazılmıştır diyen arkadaşlara gelsin,





gördüğünüz gibi aynı yıllarda hem vatandaşlık hem tarih hem de din kitaplarının yazılıp okutulmaya başlaması bir din düşmanlığı değil, eğitim politikasının bir gereğidir.

4)gökten indiği sanılan kitaplar sözü

gerçekten bu konu hakkında o kadar çok konuşuldu ki artık gına geldi. herhalde bu sözün ne zaman nerede söylendiğini dinciler dahi biliyordur, 1 kasım 1937'de meclis açılışı sırasında söylenmiştir. ilgili meclis tutanağını koyuyorum:



gördüğünüz gibi atatürk aynen bunları söylemiş. burada tartışma yaratan cümleyi hepimiz biliyoruz:

"fakat, bu prensipleri gökten indiği sanılan kitabların doğmaları ile asla bir tutmamalıdır. biz, ilhamlarımızı, gökten ve gayipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz."

şimdi buradaki "gökten indiği sanılan kitaplar" sözü nasıl atatürk'ün ateist olduğunu gösterir, gerçekten anlamakta zorlanıyorum. bakın "sanmak" kelimesinin tdk sözlüğündeki üç anlamını da aynen koyuyorum:

a)Bir şeyin olma veya olmama ihtimalini kabul etmekle birlikte, olabileceğine daha çok inanmak, zannetmek, zanneylemek
"Babam, hiç hoşnut olmadığımı, beni yine sevindiremediğini sandı." - A. Ağaoğlu
b)Gibi gelmek, farz etmek
"Bu hareketimi tamamıyla histen gelen bir şey sandı." - P. Safa
c)Bir şey veya kimsenin ... olduğunu düşünmek
"Doktor Sevim, hastayı ilk gördüğü an kendinde değil sanmıştı." - A. İlhan

bu anlamlardan birinin "sanmak" fiiline yanılmak anlamını verdiğini düşünen varsa bu yazıyı okumayı bıraksın lütfen. ben kendi adıma islam'a inanıyorum ve kuran'ın indiğini "sanıyorum", öyle "farz ediyorum". bu benim ateist olduğumu mu gösterir?
üstüne üstlük dini açıdan bakarsak kuran'ın "gökten" indiğine dair bir ayet yoktur. kuran, "allah katından" indirilmiştir (casiye suresi, 2.ayet; zümer suresi, 1.ayet).
burada kullanılan indirme terimi "nzl" kökünden gelen "nüzul" dür. nüzul'de gökten inme gibi bir anlam vermemektedir. allah katıyla kastedilenin ne olduğunu ise elbette bilmiyoruz. ama koca meclis konuşmasının 2 cümlesini cımbızlayıp bakın atatürk ateistti demek yanlıştır.
doğma kelimesine gelecek olursak, kuran'da dahil bütün dini kitaplar doğmadır. zira doğma, basit olarak "değişmez" anlamına gelir. felsefe sözlüğündeki tanımı olduğu gibi koyuyorum:

dogma (Osm.nass; Fr.dogme; İng.dogma): mutlak doğru olarak öne sürülen ve öylece kabul edilen dinsel ilke.
(ansiklopedik felsefe sözlüğü, bilgi yayınları, 1973, s.117)

yani atatürk, burada şunu demektedir: biz, ilkelerimizi bilinmezden almadık ve bizim ilkelerimiz dinsel ilkeler gibi değişmez kabul edilmemelidir. bu kadar.

bunların haricinde bir de kazım karabekir'in hatıralarında geçen bazı ifadeler var ki, onları fırsat olduğunda başka bir yazıda değinmeyi düşünüyorum. eğer buraya kadar okuduysanız da gerçekten teşekkürler.
1

yeniçeri birliği komutanı

bedirhanberkesernur
yeniçeri ocağı, kendi içinde "orta" adı verilen birliklere, ortalar da "oda" adı verilen daha küçük birliklere bölünmüştür.
bir ortadaki asker miktarı 100 kişiden başlayıp, zamanla 3000 kişiye kadar yükselmiştir. kanuni döneminde ortaların sayısı 200'ü aşmıştır. orta, alay gibi düşünülebilir zira her ortanın kendine has amblemi(bir nevi sancağı) vardır.
ortaların 1'den 10'a kadar olanları "ağa bölükleri", 10'dan 101'e kadar olanları "cemaat bölükleri", 101'den 134'e kadar olanları da "sekban bölükleri" olarak isimlendirilmiştir. aynı zamanda yeniçeri ocağına alınan çocukların yetiştirildiği ortalar da "acemi oğlan ortaları " olarak isimlendirilir.
yeniçeri ocağının en büyük komutanı "yeniçeri ağası"dır. 16.yy'a kadar ocağın içinden çıkan yeniçeri ağaları, bu yıllardan sonra sarayın seçtiği kişilerden belirlenmeye başlamıştır. yeniçeri ağasının maiyeti(emir subayı vs.) "ağa gedikleri" ismini almıştır.
yeniçeri ağasının yardımcısı(günümüzdeki karşılığıyla kurmay başkanı denilebilir) "kul kethüdası" adını almıştır. kul kethüdasının mutlaka ocaktan yetişmiş olması şarttı.
yeniçeri ocağının ağa ve cemaat bölükleri, doğrudan yeniçeri ağasına bağlıdır. sekban bölükleri ise "sekbanbaşı ağası" tarafından komuta edilirdi. daha sonraları sekban bölüklerinin de doğrudan yeniçeri ağasının komutasına verilmesi üzerine, sekbanbaşı ağası nispeten pasif bir görev halini almıştır.
bunun dışında her ortanın kendi komutanına "çorbacı" veya "bölükbaşı" adı verilirdi. bazı özel görevlerle uğraşan ortaların farklı isimlerde komutanları vardır.

kaynak
osmanlı ordu teşkilatı, türk tarih kurumu basımevi, 1999

Atatürk imzası

bedirhanberkesernur
atatürk imzasının vahram çerçiyan'a ait olduğu iddiası düpedüz yalandır.
bu iddia ilk defa 10 kasım 1969 tarihli milliyet gazetesinde dillendirilmiştir (zeynep oral'ın vahram çerçiyan'la söyleşisi). haber sayfası (tam metnini milliyet arşivinden bulabilirsiniz, yazı boyutu okunamadığı için koymadım):



bundan iki yıl sonra çerçiyan'ın hürriyet gazetesinde 10 kasım ve 25 kasım 1971 tarihli iki ve hayat mecmuası'nda 25 kasım 1971 tarihli bir söyleşisi yayınlanmıştır. bu röportajlar hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle ciddi biçimde çelişmektedir (orjinal sayfalarını bulmam halinde bu sayfaya ekleyeceğim). örneğin, çerçiyan 10 kasım 1971'deki söyleşide "atatürk için soyadı kanunu'ndan sonra imza örneği ürettim." demiştir. 25 kasım 1971'deki söyleşide ise "atatürk'e soyadı kanunu'ndan sonra imza değil, yazı devrimi sırasında kartvizit örneği ürettiğini" söylemiştir. üstüne üstlük ben bu imzaları/kartvizitleri "kemal atatürk" şeklinde yazdım, atatürk "k.atatürk" biçiminde kullandı diyen çerçiyan'ın gösterdiği yazı örneklerinde imzalar/kartvizitler "kemal atatürk" değil, "k.atatürk" şeklindedir.


zaten, çerçiyan'ın yazı devrimi sırasında mustafa kemal'e "atatürk" kelimesi barındıran bir imza/kartvizit hazırlaması imkansızdır. zira soyadı kanunu'nun ilanına daha 6 yıl vardır. bunlar gibi bir çok çelişki içeren bu söyleşilerin olduğu gibi gerçek olarak kabul edilmesi sıkıntılıdır.

bundan 10 yıl sonra, 31 aralık 1981 tarihli son havadis gazetesinde bu iddia bir daha dillendirilmiştir.

bu iddiayı 1990 yılında abdurrahman dilipak, "laik demokratik cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma" adlı kitabına taşımıştır (herhangi bir kaynak göstermeden).

daha sonra aziz nesin, 27 eylül 1992'de hürriyet gazetesinde yayınlanan röportajında bu iddiayı tekrar dillendirmiştir (ünlü, "türk halkı enayidir" söyleşisi).
bu söyleşiden 4 gün sonra (1 ekim 1992), cengiz özakıncı yine hürriyet gazetesinde bu iddayı (en azından benim gözümde) tamamen çürütmüştür. bu yazı daha sonra özakıncı'nın nomos ve aydın kitabına da girmiştir. olduğu gibi buraya koyuyorum:





bu yazıda da söylendiği gibi, atatürk'ün karlsbad hatıraları, medeni bilgiler gibi çeşitli kitaplarındaki el yazılarıyla karşılaştırılnca, imzanın atatürk'ün kendisine ait olduğu görülebilir. hatta özakıncı, atatürk'ün farklı el yazılarından alınan "ata" ve "türk" kelimeleriyle imzanın atılabileceğini iddia etmiştir.









aziz nesin'in bu yazıya tam 10 ay sonra, 1981'deki son havadis haberini kaynak gösterdiği bir yazıyla karşılık vermiştir. bu yazı 2 ağustos 1993 tarihinde aydınlık gazetesinde başyazı olarak yayınlanmıştır. yazının tamamını buraya koyuyorum:









cengiz özakıncı'nın, aziz nesin'in bu yazısına karşı yazısı aydınlık ve hürriyet gazeteleri tarafından yayınlanmamıştır. 1993'de kitap gazetesi tarafından yayınlanmıştır.4 gün süren bir yazı dizisinden meydana gelmiştir. bu yazı dizisini fazla uzun olduğu için koymuyorum (dileyen arkadaşlar, nomos ve aydın kitabının pdf'inden bu yazıyı bulabilirler. internette mevcut.).
sonuç olarak iddiaları karşılaştırırsanız, hangi iddianın ağır bastığını rahatlıkla görürsünüz. atatürk'ün imzasını vahram çerçiyan'nın oluşturduğu iddiası, sadece çerçiyan'ın kendi içinde çelişen anılarına dayanmaktadır. bu nedenle bu iddianın elle tutulur bir tarafı yoktur.

atatürk imzasının gerçekten nereden geldiğini merak edenler şu videoya bakabilirler (22 kasım 2014-ceviz kabuğu, imzayla alakalı bölüm 21:45'den sonra başlıyor):

https://www.youtube.com/watch?v=ugeMT6UU84g
1

50 metre yakınında cami olması

bedirhanberkesernur
konya da iseniz normal olan durum.
hadi bu sıkıntı değil de ezan okunurken ortalık öyle bir karışıyor ki. mübarek 45 dk sabah ezanı mı okunur lan? caminin birinden başlar, 2 dk sonra başka birinden, 5 dk sonra başka birinden. 45 dk olayını abartmıyorum, bizzat şahit oldum. ezan olurken bile koordine olamayan zihniyette adamlar lan bunlar.

Konya

bedirhanberkesernur
aslen karamanlı olmama rağmen sorana memleketim dediğim şehir (bütün akrabalar orada lan napalım). 20 senedir sık sık gidip gelirim, aq şehri her gittiğimde daha da çomarlaşıyor.
konya'nın en güzel bölgesi bence meram'dır. çankaya 1920'lerde ankara için ne ise, meram'da eski konya için odur. hala eski konya eşrafının bulunabildiği tek ilçedir, bilhassa bağ tarafı yemyeşildir (her sene giderek azalsa da), geceleri de nispeten rahat gezilebilecek yegane ilçedir.
ihk sağolsun (kendileri candır bu arada), millet konya'ya çomar yuvası deyip geçmeye başladı. bu 'çomar yuvası' muhabbeti doğruluk payı taşısa da sizi temin ederim ki iç anadolu'da konya'dan bin beter şehirler vardır.
her şeye rağmen konya'nın eskilerden kalma kendine has bir kültürü vardı (akp sağolsun bunu da yok ettiler). siyasal islam'dan (ve mümkünse atsızcılardan da) kurtulacağımız güzel günlerde bu kültür, konya'nın gerçekten övülebilecek bir şehir olmasını sağlayacaktır.
2 /