laik günlük

baran anlattı
şehirde taş binaların olduğu bir bölgedeydik. harika bahçesi olan bir eve girmiştik. daha adım attığım ilk anda o bahçenin ve evin hayatımı değiştireceğini biliyordum. bahçenin sınırını paslanmış dikenli tellerle kesin biçimde çizmişlerdi. yüksek taş duvarın üstünde teller bir tehdit gibi tutunmuştu.
yağmur vardı ve schaub lorenz marka bir televizyonda körfez savaşı görüntüleri dönüyordu. üzerimde süveter olmasına rağmen üşüdüğümü ve oturduğum yerde ayaklarımı tuttuğumu hatırlıyorum. uzun bir süre kendimle ilgilenmiş olmalıyım. dış kapının kapanma sesini duydum. hızla koştum ve sokağa çıktım. sokağın iki tarafında da sanki hiçbir tarihte hiçbir araba oradan geçmemiş gibi derin bir sessizlik, hareketsizlik vardı. sonsuz uzunlukta bir resim çerçevesinde sıkışmış hissettim.
tekrar eve döndüm.
televizyonu kapattım. kitaplıkta dilini bilmediğim kitaplar vardı. onlardan birini aldım ve açtım. sonra bir diğerini, sonra bir diğerini.
kitapların üzerinde uyumuştum. genç bir alman olan bakıcım kucağında paketlerle içeri girmişti. bana sayıları öğretirdi. eins, zwei, drei.. sonsuza kadar saysam da beni bıraktıkları yere geri dönüp almayacaklarını biliyordum.
bugün kargoyla bir paket aldım. içinden o kitaplıkta gördüğüm kırmızı kapaklı kitap çıktı. "seni hiç unutmadık"
"ben de unutmadım."
iron
ilk kez zorbalarla karşılaşmıyorum. bu daha önce de olmuştu. terry eagleton çocukların süperegolarının olmaması yüzünden saf kötü olabileceklerini söylemişti. keşke bunu bir çocukken de bilseydim.
oturduğumuz evin arkasında ufak bir koru vardı. bahçede oynamaktan sıkıldığımda oraya koşar ve şekli, pırıltısı cazibeli taşları toplardım. böceklerin çabasını, güneşin altındaki canlıların yarısını orada görürdüm. uzak evlerdeki yaşları benden daha büyük olan çocuklar sanki bir bubi tuzağına yakalanmışım gibi, sanki yere gerilmiş bir tele takılmışım da alarm çalmış gibi gelir ve beni hırpalarlardı.
onlar için bir önemi yoktu bunun. kendilerinden daha zayıf bir kum torbasıydım. izledikleri filmlerdeki kovboy ya da kungfu üstadı olabilirlerdi. suratımı korurdum.
suratımı korumayı okumayı bilmiyorken öğrendim.

insanlığın yumruğunun izlediği yöntemi öğrenecek kadar yaşlıyım. resmi mühürler, posta düzenekleri, evrakların içine konulan zarfların taşıdığı yükleri tanırım. insanlar birbirlerini yumruklamayı hiç bırakmadılar. faturalara bakıp çocukluğun yüklerini görüyorum. kırtasiye dükkanlarında, kitapçılarda, telefon kabı satan saçı jöleli kaba çocukların dükkanlarında, meydanlarda, havasız yapılan otobüs yolculuklarında aynı zorbaları görüyorum.

kendilerini yatırmış ve hakemi duymadan indiriyorlar yumruklarını. durdurmak ve bu deliliğe son vermek istiyorum. yüzlerce, binlerce insan ringte kendini sıkıştırmış köşeye.

ben bu delilikten muafım.
iron
bu gece birilerinin zorlamasıyla,
ancak kendi bıyıkları kadar uzak bir dünya düşünebilen,
kendi solukları kadar havayla
bilgiyle ve ruhla dolu aptal bir çadır gibi görenlerin ittirmesiyle,
"düşecek olsam yukarıdan, ne düşünürdüm" diye geçirdim içimden.

jeneriktekilerin adları akarken ekranı yarıp odana gelirdim ve sen şaşmışken çocuk, sana güzel bir rüya söylerdim, yaşarken inanabileceğin.
ölümü ve insan kederini aşan rüyalar vardır.
iron
insanları, yaşamayı seviyorum.
bir daktilom var ve yanımda bolca defter, dolmakalem taşıyorum. şehirde yağmurlu günler yaşıyoruz ve 80'lerin sonuyla 90'ların başındaki dünyaya bakıyormuşum gibi hissediyorum. henüz internet yok ve dünya gizemlerle dolu. insanlar renkli kazaklar giyiyorlar ve permalı saçlı kadınlar var. erkekler karın kaslarını göstermek için çabalamıyor. insanlar nazik.
kitapçılarda dolaşıyorum. yabancılara gülümsüyorum. bir yere gidip oturuyorum ve defterimi çıkarıyorum. yazdığım cümleyi seyrediyorum. yazdığım cümleyi seyreden bir yazar hakkında yazmayı düşünüp bu klişenin bayağılığına gülüyorum.
yediğim ekmekten tat alıyorum. yavaşça çiğniyorum. bir lokmayı yuttuktan sonra sohbet ediyorum. çatal kaşık seslerini duyuyorum. hardal şişesinin güzelliğine, sadeliğine hayran kalıyorum. soluduğum hava ciğerlerimi yakmıyor. bitkiler var.
sanki sarhoş halde eve dönerken düşüp başını vurmuşsun ve bayıldığında bir düş görmüşsün gibi dünya.
bunu bozmak istemiyorum. çizgilere basmadan yürüyen biriyim. o kadar sıradanım ki yolda karşınıza çıksam yüzüme bakmazsınız. giysilerim eski, fikirlerim zamanın uçlarını birleştiriyor.
önceleri kızıyordum fikirlerim görülmediği için. artık kızgın değilim.

birbirine aşık çiftler görüyorum ve seviniyorum. tam şu dakikada insanlar gelecekteki eşlerinin aileleriyle tanışıyor. yarı mahcup bir özgüvenle bir odada konuşuyorlar. tül perdeyi süzüyor birilerinin bakışları.
gelecek hayalleri geniş bir gülümseme oluyor.
adaletsizlikler, karanlık hesaplar, kötü insanlar yok demiyorum. kısa bir an sevinerek, dünyayı başka bir yer olmaya zorlayabiliriz diyorum.
haklı olduğumuzu düşündüğümüz bir anda bile karşımızdakine yüklenmemeyi, geçiştirmeyi öğrenebileceğimiz krizlerle dolu günlerimiz. başkalarına da yaşamayı, sabırlı olmayı ve bilginin kıymetinin farkına varmayı öğrenecekleri zamanı tanıyalım.

not: şehirde hiç sincap görmedim. parklarımızda sincap istiyorum.
1
iron
başka biri olmaya yemin ediyor, hiçbir kederin ve hatıranın ulaşamayacağı kadar uzakta olmayı düşlüyorsun. basık odalarda başının üstündeki tavanı aşıp gökyüzüne bakıyorsun. yıldızları serpiştiren bir tanrıyla göz göze gelmek için bildiğin en korkunç düşüncelerle meydan okuyorsun, korkunun ve hayallerinin kol kola girip seninle hayal ettiği odalarda başkalarının acılarını sebzeli çorba tarifi gibi dinliyorsun. biraz ondan, biraz bundan, azıcık da ölüm, kimse bu lezzete karşı koyamaz.
kapıyı kendi üzerine kilitleyip giden senmişsin gibi, günün birinde aptal bir sokakta, mevsimin çiçekleri arasında bir yol görüp o büyülü ormana çıkacağına inanıyor ve koşuyorsun, insanların sıraya girmeyi bilmediği, seni ezerek bindiği otobüslerle gidilen kente.
böyle bir an yaşamadıysan sayfayı yenile, yaşadıysan, dünyayı tamir edeceğime söz veririm.
iron
pencerem apartman boşluğuna bakıyor. çoğu zaman alt kattaki yaşlı çiftin pişirdiği yemeğin yanık yağ kokusuyla dolu odamda proust okuyorum. birkaç kez müziğin sesini fazla açtığım için ihtar ettiler. binada birisi banyo yaparsa boruların içinden büyük yük arabalarının sürtünerek geçtiğini düşünüyorum. garip ve memnunsuz bir ses yayılıyor odama. salona gidip evin manzaraya sahip olan tek penceresinden benimkinden daha aşağıda duran eski apartmanların kırmızı kiremitlerini ve etrafa sıçıp duran güvercinlerin uçuşunu izliyorum. benim binamın tepesindeki bok kütlesini düşündükçe zaman zaman ihtilafa düştüğüm komşularımla ödeşmişim gibi hissediyorum.

duvarıma newyorklu bir kadının fotoğrafını astım. yağmurda duruyor ve hiç hoşlanmadığım desenleri olan bir şemsiyeden sıçrayan damlalar kuvvetle etrafa dağılıyor. kadın yağmurun dikkatini çekmiş görünüyor. şehir tamamen aydınlanmış ve kadının yaşamı dağıtmasını bekliyorlar. dairesinden çıkmak için ayakkabılarını bağlamış olan bir genç solgun perdelerin kıpırdanmasını bekliyor. kadın, yağmuru yerden alıp yeniden göğe savurabilecek tek kişi. onu seviyorum. onu, delicesine seviyorum.

kapı çalıyor. benim, anahtarla bile zorla açtığım apartman kapısı dilenciler için ardına kadar açılmış oluyor. benim ne söylediğimi dinlemeden omzumun üstünden arkamdaki mutfağa bakıyor ve benden bir şey istiyor adam. “param yok” diyorum. yetmiyor. kapıyı yüzüne kapatmak kabalığını yapmıyorum. “param yok.” söver gibi bir ifadeyle yan dairenin önünde durup zile basıyor. kapıyı kapatıyorum ve gözetleme deliğinin önünde durursam orada olduğumu anlayacağını düşünüyorum. kulağımı kapının alt kısmına dayıyorum ve bir kahramanlık yapmak için bekliyorum. komşumun sokağın altından aldığı çileleri sararak elde ettiği yumakları çalmak isteyecekler. biliyorum.

komşumun kapısı hiç açılmıyor. sesler uzaklaşıyor. mutfağa gidiyorum. birşeyler yemeliyim. hayır, bu defa ekmek ya da salça değil. gerçek bir yemek. kendimi piyanist filminin aktörü gibi hissediyorum. evyenin altındaki dolapta kap kacak olduğunu bilmeme rağmen oralarda konserve arıyorum. konserve bulup karanlık odama döneceğim ve yamuk bir kaşıkla konservemi yiyeceğim.

yer yatağımdan bakınca tavan çok yüksek görünüyor. korkuyorum. yağmurcu kadından korkuyorum. odanın sessizliğinden korkuyorum. bir kolinin üzerini defter cildiyle kaplayarak yaptığım küçük sehpanın üzerinde duran masa lambama bakıyorum. uzakta duran masamdaki daha şık olan lambaya bakıyorum. kıdemce o bundan daha yüksek. o, evdeki lambalarımın komutanı. üzerinde küçük bir hasar olduğu için filmlerdeki gibi şık bir lamba olmasına rağmen çok ucuza aldım. tüm hayatım ucuza alınmış gibi duruyor. yalnızca o lambanın altında duran bir top kağıt ve aç kalıp satın aldığım dolmakalem bu evrene ait değil gibi.

açım. vandalizm hakkında okuyorum. vııı. yy. hakkında okuyorum. xx. yy. hakkında okuyorum. mideme baskı yapması için yumruğumu karnımın altına koyuyor ve yüzüstü yatıyorum. kitabı bir süre de böyle okuyorum. sevdiğim cümleleri kuran p*ç kurusuna imrenerek soğuk soğuk terlemiş alnımı temiz nevresimler taktığım yastığıma bırakıyorum. yüzümü görseydim kendime acımazdım. açım. tüm hayatımı bir yazar olarak geçirmek istedim. bir yazar okumuştum bir keresinde, fransa'da öğrenciyken ayağı dingildeyen bir masanın ve portatif bir ocağın olduğu bir odada, tuvaleti bile olmayan bir yerde mutlu biçimde şiir yazdığını ve yaşama karşı yüreklendiğini anlatmıştı. o yazarı şimdi görürsem o yalanlarını ve boktan şiirlerini bir tarafına sokacağımı biliyorum. bana nasıl çirkin hayatlardan çıktıklarını anlatıyorlar. yan dairemde sağır insanlar oturuyor. onların haber saatinde haber dinliyorum. televizyonum yok. internetim yok. radyom çekmiyor. kitaplarım var. masa lambam var. kombiyi açamıyorum. kuş bokunun altında donuyorum ve yağmurcu kadının umurunda olmuyor. haberlerde üniversiteden bir arkadaşımın ünlü bir yazar olduğunu ve yazdığı dizinin reytinginin çok yüksek olduğunu duyuyorum. onun semirmiş yüzünü ve buzdolabını açtığında yüzüne vuran sarı ışığa karşı gülümseyişini düşünüyorum. onun geniş bir mutfağın ortasında duran setin hemen yanındaki tabureye oturup iştahla yediğini düşünüyorum. sonra reklamlardaki gibi bana dönüyor. “pizza hat” diyor. yedin mi?

mutfağa gidiyorum. kapının koluna asılı olan naylon poşetteki bayat ekmekleri yiyorum. kahve yapıyorum. su ısıtıcısı “tık” diye atınca kendimi daha bir modern ve tok hissediyorum. mutfaktan odama geçerken ayakkabılıkta duran yırtık ayakkabımı görüyorum. bir yırtık bu kadar asil durabilirdi. seninle nerelere yürüdüm. önceki yaz meclis parkında yanımızdaki bankta oturan güzel kadının benden korktuğu günü hatırlıyor musun? ona sadece “merhaba” demiştim. kıyafetim, görüntüm, cızırtılı bir radyo frekansından düşmüş reklam cingılı gibiydi. kadın bana iğrenerek bakmıştı.

o gün, defterimi açıp aklımdakileri yazmıştım. parkta sivrisinekler her tarafımı sokmuştu ve bir yazar olmak dışında hiçbir istek duymuyordum. sivrisinekleri öldürmedim. kanım hala besleyiciydi. böyle düşünmek istedim. caddede yürüyen insanlar bir milyoncuların vitrin süslerindeki led ışıklar gibi geçip gitmişti. o kitabı bitirecektim. dijital saatlerin yanıp sönen rakamları gibi bir vardım bir yoktum.
odama döndüm. perdemi açık bırakmıştım. ben, kirasını ödeyen bir yurttaştım. kirasını ödediğim sürece dairemde duvarları kemirmek, çılgın seks partileri vermek ya da filozofça konuşmak hakkına sahiptim. haberleri dinlerim diye düşünüp yatağıma gittim. sırtımı duvara dayadım. yaz mevsimini unutturacak bir soğuk ve aşağıdan gelen közlenmiş biber kokusuyla perdemi kapattım. sırtımı duvara yasladım. haberleri kaçırmak istemiyordum. haberler yoktu. benim dairemin evrenin bir köşesinde, dünyadan milyarlarca ışık yılı uzakta sürüklendiğini düşündüm. sevdiğim bir melodiyi düşündüm. parçayı zihnimde birleştirdim. ağladım.

birkaç saat uyudum. sabaha karşı uyandım. nefesimin buğusu ıı. dünya savaşı'nda karşı cenaha işkence eden bir asker gibi sertçe suratıma indi. yorganı başıma çektim. çocukken yaşadığım evi düşündüm. annemin bana ördüğü süveteri düşündüm. saçlarımı bıdık ali gibi yana taradığımız zamanları düşündüm. evimizde kalan ve yaklaşık yüz yaşında olan bakıma muhtaç akrabamızı düşündüm. babamın dayısı. onun bulunduğu odaya her girdiğimde nefesinin odayı “yaşlılıkla” doldurduğuna inanırdım. bu yüzden odadan çıkarken nefesimi verir ve nefes almadan koşarak çıkardım. henüz beş yaşındayken yaşlı olmaktan ölesiye korktuğumu düşününce irkildim.

annemi düşündüm. benim tok olmamı isteyen annemi. her anne böyledir. fikirlerim var anne. yazabiliyorum. kitaplarım var anne. okuyabiliyorum. cemiyet hayatında yerim var. mahalledeki bakkal beni gördüğünde gündeme dair ne düşündüğümü soruyor. kimse beni dinlemiyor anne! sadece soruyorlar. paran var mı? neyle geçiniyorsun? bakkala girdiğimde ona heisenberg'den söz etmek istiyorum. camlı ekmek dolabının iştah kaçırıcı görüntüsünden söz etmek istiyorum. leş gibi olmuş raflarında duran tozlu bisküvi paketlerine bakıp onları cezalandırmak istiyorum. “iki ekmek, yumurta ve salça… hayır teşekkür ederim.”

param olunca satın alacağım kitapları düşünüyorum. yumurtanın kabuğunu bir cerrahın titizliğiyle kırıyorum. o kabukla beraber benim zırhımın da parçalandığını hissediyorum. iki lokma yedikten sonra masama oturuyorum. yazmalıyım. kalemi elime alırsam işler düzelecek. bir koalisyon hükumetinden önemli bu. surinam'da yaşayan falancalara yardımdan, ünlü şarkıcı götelek bilmemkimden önemli bu. senden, benden, babamdan, tanrıdan önemli bu. zamanı kurup yazıyorum. yağmurcu kadın'a düşen yağmurun kaynağı benmişim. doyuyorum.
laik bir hanim
or*spulardan ve or*spu çocuklarından çok sıkıldım sözlük. başımı alıp başını alıp gidenlerin olduğu yerlere gitmek istiyorum. hatırlanmamak, hatırlamamak istiyorum. sekizinci yaş günümde babamın bana son hediyesini verirken yanağıma kondurduğu öpücük dışında hiç bir anının beynimde yer edinmesini istemiyorum. unutmak istiyorum. kazayı, cenazeyi, siyah siyah elbiseler giymiş ağlamaklı insaları, ne derdin var diye sormaktan acil olan yakınlarımı, boktan olayları hayatının önünde engel gören aptalları unutmak. gökyüzüne yüzümü serip tanrıya soracak sorularımın cevap bulmasını istiyorum. pek istemiyorum sözlük sadece bunları gerçekleştirecek cesareti istiyorum.
iron
ehh işte günlüğe yazacak pek bir şey yok. ama yine de plansız karalamak geliyor içimden. aslında muıtlu olmam gerektiğini düşünüyorum ama bana mutlu olmam gerektiğini düşündüren şeyin mutsuz olmak için bir sebep olmaması olduğundan dolayı mutlu olamıyorum. aslında mutluluğu geçtim bu aralar pek var olamıyorum. bana ait olmayan bir hayatı yaşayamadığımı düşünüyorum. bu nedenle bu bedene değilde bu hayata sıkışıp kalmış gibiyim.. kar sularının erimesini bekliyorum ayağa kalkmak için, sonra herşey daha farklı olacak diyorum. buna inanıyor muyum bilmiyorum, ama umut ediyorum. Eskiden kendime içinde bir yer edindiğim ve mütşih keyf aldığım şeylerin içinde olmadığım için şükrediyorum. öyle işte günlük yaşayıp gidiyorum.
0 /