laik günlük

iron
pencerem apartman boşluğuna bakıyor. çoğu zaman alt kattaki yaşlı çiftin pişirdiği yemeğin yanık yağ kokusuyla dolu odamda proust okuyorum. birkaç kez müziğin sesini fazla açtığım için ihtar ettiler. binada birisi banyo yaparsa boruların içinden büyük yük arabalarının sürtünerek geçtiğini düşünüyorum. garip ve memnunsuz bir ses yayılıyor odama. salona gidip evin manzaraya sahip olan tek penceresinden benimkinden daha aşağıda duran eski apartmanların kırmızı kiremitlerini ve etrafa sıçıp duran güvercinlerin uçuşunu izliyorum. benim binamın tepesindeki bok kütlesini düşündükçe zaman zaman ihtilafa düştüğüm komşularımla ödeşmişim gibi hissediyorum.

duvarıma newyorklu bir kadının fotoğrafını astım. yağmurda duruyor ve hiç hoşlanmadığım desenleri olan bir şemsiyeden sıçrayan damlalar kuvvetle etrafa dağılıyor. kadın yağmurun dikkatini çekmiş görünüyor. şehir tamamen aydınlanmış ve kadının yaşamı dağıtmasını bekliyorlar. dairesinden çıkmak için ayakkabılarını bağlamış olan bir genç solgun perdelerin kıpırdanmasını bekliyor. kadın, yağmuru yerden alıp yeniden göğe savurabilecek tek kişi. onu seviyorum. onu, delicesine seviyorum.

kapı çalıyor. benim, anahtarla bile zorla açtığım apartman kapısı dilenciler için ardına kadar açılmış oluyor. benim ne söylediğimi dinlemeden omzumun üstünden arkamdaki mutfağa bakıyor ve benden bir şey istiyor adam. “param yok” diyorum. yetmiyor. kapıyı yüzüne kapatmak kabalığını yapmıyorum. “param yok.” söver gibi bir ifadeyle yan dairenin önünde durup zile basıyor. kapıyı kapatıyorum ve gözetleme deliğinin önünde durursam orada olduğumu anlayacağını düşünüyorum. kulağımı kapının alt kısmına dayıyorum ve bir kahramanlık yapmak için bekliyorum. komşumun sokağın altından aldığı çileleri sararak elde ettiği yumakları çalmak isteyecekler. biliyorum.

komşumun kapısı hiç açılmıyor. sesler uzaklaşıyor. mutfağa gidiyorum. birşeyler yemeliyim. hayır, bu defa ekmek ya da salça değil. gerçek bir yemek. kendimi piyanist filminin aktörü gibi hissediyorum. evyenin altındaki dolapta kap kacak olduğunu bilmeme rağmen oralarda konserve arıyorum. konserve bulup karanlık odama döneceğim ve yamuk bir kaşıkla konservemi yiyeceğim.

yer yatağımdan bakınca tavan çok yüksek görünüyor. korkuyorum. yağmurcu kadından korkuyorum. odanın sessizliğinden korkuyorum. bir kolinin üzerini defter cildiyle kaplayarak yaptığım küçük sehpanın üzerinde duran masa lambama bakıyorum. uzakta duran masamdaki daha şık olan lambaya bakıyorum. kıdemce o bundan daha yüksek. o, evdeki lambalarımın komutanı. üzerinde küçük bir hasar olduğu için filmlerdeki gibi şık bir lamba olmasına rağmen çok ucuza aldım. tüm hayatım ucuza alınmış gibi duruyor. yalnızca o lambanın altında duran bir top kağıt ve aç kalıp satın aldığım dolmakalem bu evrene ait değil gibi.

açım. vandalizm hakkında okuyorum. vııı. yy. hakkında okuyorum. xx. yy. hakkında okuyorum. mideme baskı yapması için yumruğumu karnımın altına koyuyor ve yüzüstü yatıyorum. kitabı bir süre de böyle okuyorum. sevdiğim cümleleri kuran p*ç kurusuna imrenerek soğuk soğuk terlemiş alnımı temiz nevresimler taktığım yastığıma bırakıyorum. yüzümü görseydim kendime acımazdım. açım. tüm hayatımı bir yazar olarak geçirmek istedim. bir yazar okumuştum bir keresinde, fransa'da öğrenciyken ayağı dingildeyen bir masanın ve portatif bir ocağın olduğu bir odada, tuvaleti bile olmayan bir yerde mutlu biçimde şiir yazdığını ve yaşama karşı yüreklendiğini anlatmıştı. o yazarı şimdi görürsem o yalanlarını ve boktan şiirlerini bir tarafına sokacağımı biliyorum. bana nasıl çirkin hayatlardan çıktıklarını anlatıyorlar. yan dairemde sağır insanlar oturuyor. onların haber saatinde haber dinliyorum. televizyonum yok. internetim yok. radyom çekmiyor. kitaplarım var. masa lambam var. kombiyi açamıyorum. kuş bokunun altında donuyorum ve yağmurcu kadının umurunda olmuyor. haberlerde üniversiteden bir arkadaşımın ünlü bir yazar olduğunu ve yazdığı dizinin reytinginin çok yüksek olduğunu duyuyorum. onun semirmiş yüzünü ve buzdolabını açtığında yüzüne vuran sarı ışığa karşı gülümseyişini düşünüyorum. onun geniş bir mutfağın ortasında duran setin hemen yanındaki tabureye oturup iştahla yediğini düşünüyorum. sonra reklamlardaki gibi bana dönüyor. “pizza hat” diyor. yedin mi?

mutfağa gidiyorum. kapının koluna asılı olan naylon poşetteki bayat ekmekleri yiyorum. kahve yapıyorum. su ısıtıcısı “tık” diye atınca kendimi daha bir modern ve tok hissediyorum. mutfaktan odama geçerken ayakkabılıkta duran yırtık ayakkabımı görüyorum. bir yırtık bu kadar asil durabilirdi. seninle nerelere yürüdüm. önceki yaz meclis parkında yanımızdaki bankta oturan güzel kadının benden korktuğu günü hatırlıyor musun? ona sadece “merhaba” demiştim. kıyafetim, görüntüm, cızırtılı bir radyo frekansından düşmüş reklam cingılı gibiydi. kadın bana iğrenerek bakmıştı.

o gün, defterimi açıp aklımdakileri yazmıştım. parkta sivrisinekler her tarafımı sokmuştu ve bir yazar olmak dışında hiçbir istek duymuyordum. sivrisinekleri öldürmedim. kanım hala besleyiciydi. böyle düşünmek istedim. caddede yürüyen insanlar bir milyoncuların vitrin süslerindeki led ışıklar gibi geçip gitmişti. o kitabı bitirecektim. dijital saatlerin yanıp sönen rakamları gibi bir vardım bir yoktum.
odama döndüm. perdemi açık bırakmıştım. ben, kirasını ödeyen bir yurttaştım. kirasını ödediğim sürece dairemde duvarları kemirmek, çılgın seks partileri vermek ya da filozofça konuşmak hakkına sahiptim. haberleri dinlerim diye düşünüp yatağıma gittim. sırtımı duvara dayadım. yaz mevsimini unutturacak bir soğuk ve aşağıdan gelen közlenmiş biber kokusuyla perdemi kapattım. sırtımı duvara yasladım. haberleri kaçırmak istemiyordum. haberler yoktu. benim dairemin evrenin bir köşesinde, dünyadan milyarlarca ışık yılı uzakta sürüklendiğini düşündüm. sevdiğim bir melodiyi düşündüm. parçayı zihnimde birleştirdim. ağladım.

birkaç saat uyudum. sabaha karşı uyandım. nefesimin buğusu ıı. dünya savaşı'nda karşı cenaha işkence eden bir asker gibi sertçe suratıma indi. yorganı başıma çektim. çocukken yaşadığım evi düşündüm. annemin bana ördüğü süveteri düşündüm. saçlarımı bıdık ali gibi yana taradığımız zamanları düşündüm. evimizde kalan ve yaklaşık yüz yaşında olan bakıma muhtaç akrabamızı düşündüm. babamın dayısı. onun bulunduğu odaya her girdiğimde nefesinin odayı “yaşlılıkla” doldurduğuna inanırdım. bu yüzden odadan çıkarken nefesimi verir ve nefes almadan koşarak çıkardım. henüz beş yaşındayken yaşlı olmaktan ölesiye korktuğumu düşününce irkildim.

annemi düşündüm. benim tok olmamı isteyen annemi. her anne böyledir. fikirlerim var anne. yazabiliyorum. kitaplarım var anne. okuyabiliyorum. cemiyet hayatında yerim var. mahalledeki bakkal beni gördüğünde gündeme dair ne düşündüğümü soruyor. kimse beni dinlemiyor anne! sadece soruyorlar. paran var mı? neyle geçiniyorsun? bakkala girdiğimde ona heisenberg'den söz etmek istiyorum. camlı ekmek dolabının iştah kaçırıcı görüntüsünden söz etmek istiyorum. leş gibi olmuş raflarında duran tozlu bisküvi paketlerine bakıp onları cezalandırmak istiyorum. “iki ekmek, yumurta ve salça… hayır teşekkür ederim.”

param olunca satın alacağım kitapları düşünüyorum. yumurtanın kabuğunu bir cerrahın titizliğiyle kırıyorum. o kabukla beraber benim zırhımın da parçalandığını hissediyorum. iki lokma yedikten sonra masama oturuyorum. yazmalıyım. kalemi elime alırsam işler düzelecek. bir koalisyon hükumetinden önemli bu. surinam'da yaşayan falancalara yardımdan, ünlü şarkıcı götelek bilmemkimden önemli bu. senden, benden, babamdan, tanrıdan önemli bu. zamanı kurup yazıyorum. yağmurcu kadın'a düşen yağmurun kaynağı benmişim. doyuyorum.
bu başlıktaki tüm girileri gör